Kahramanmaraş Depreminin Nedeni HAARP filan Değil!

Tamamen yüzeysel olarak anlatmaya çalışacağım, zira detaylar şu hengamede herkesi boğar. Zaten zibilyon kadar kaynağa internet üzerinden ulaşıp kafanızı karıştırabilirsiniz. Amacım HAARP nedirden ziyade, mevcut (ve daha önceki) her olaydan sonra ortaya atılan mesnetsiz iddiaları kendimce biraz çürütmek, biraz da “e tamam hadi varsayalım öyle” ile başlayan cümleler kurmak.

Nedir bu HAARP?

Amerika Birleşik Devletleri tarafından merkezi Alaska’da bulunan, yeryüzü katmanlarımızın belli seviyelerinde gerçekleşen atmosferik ve iyonosferik olayların gözlemi için inşa edilmiş bir istasyonda idare edilen bilimsel bir projenin kısaltılmış adıdır, resmi kaynakların kabul ederek açıkladığına göre.

Bilim mi, Komplo mu?

Bilim kanıtlara dayanır, komple ise kanıtlanamayana. Tabiki “kanıtlanamayan her şey yanlıştır” demek de yanlışın ağababasıdır. Zira en klasik örnekle, bugün taptığımız bilim bir zamanlar dünyanın düz olduğunu da iddia etmişti. Hatta bugün bırakın devletleri, şahısların bile satın alabildiği “insansız hava araçları” bundan 20-30 yıl önce bir komple teorisiydi. Demem o ki, gelişmeler oldukça, değişiklikler olacaktır. Bu çok normal.

Bilim Ne Diyor?

Gel gelelim; eldeki bilimsel veri bu resmi makamların açıklamalarına dayandığı için bilim insanlarının çoğu bu veri üzerinden bu tür komplo teorilerini reddetmektedir. Hatta çoğu bilim adamı bu konudaki komplo teorilerinin büyük kısmını ezikleyip, cahilce bulmaktadır; çünkü, onlara göre yeryüzünde insanoğlunun bu denli büyük depremler yaratabileceği bir teknoloji ve güç henüz oluşmamıştır.

Depremin suni olarak yapılabilineceğini söyleyen bilim insanları bile, yapay olarak körüklenebilecek bir depremin şiddetinin bu denli büyük olamayacağı yönünde. 

Komplocular Ne Diyor?

Gelelim komplo kısmına. Teori der ki; öcü ABD yıllardır bu ve benzeri istasyonlarda çeşitli iklim koşulları ve doğa olayları üzerindeki kontrolü sağlamayı amaçlayan deneysel projeler yapmaktadır. Hatta zihin kontrolü gibi birçok karanlık çalışma da bu projeye (HAARP) dahildir. Fakat bunu açıklamak dünyanın aklı başında her toplum ve devletinde müthiş bir endişe ve infial yaratacağı için bu çalışmaları “çok gizli (top secret)” derecesinde sürdürmektedirler. Çünkü bu tür bir şey açığa çıkar ise amazonda yaşayan kabileler bile ayaklanır ve okyanusu koşarak geçip ABD’yi döverler!

Düşünün ki Almanya’nın bile kıskandığı güzel ülkemiz neler neler yapar!?

Bilim insanı mı, komplo eorisyeni mi olmak daha zor?

Şimdi, bilim adamı olmanın şartlarını ortalama bir zihne sahip herkes kestirebilir. Yıllarca oku, araştır, gözlemle, deneyle ve teze dök. Akademi dünyası seni kabul ettiğinde ise, sana seviyeli olarak artan çeşitli ünvanlar versin. Sonra da sen “bilim adamı” olmuş ol ve sözün toplumda (en azından eğitimli toplumlarda) kabul görsün!

Ancak komplo teorisyeni olmanın şartları bu kadar keskin niteliklere sahip değildir. Delinin kuyuya attığı taşı kovalayıp, gerekirse o kuyuyu taşla dolduran insanlar genelde komplo teorisyeni olarak adlandırılır. Ülkede “jelibon rezervi” çıktığı gibi sıradışı(!) bir iddiaya inanıp da bunu etrafa yaymaya çalışan üstün yetenekli devlet adamları bile bu kategoriye girebilir bazen. Ortam müsait olsa müthiş geyikle devam ederdim, ancak ülkemizin hali malum. Burada bırakıyorum ŞİMDİLİK!

Tabi olaya biraz sarkastik yaklaşmış olmam komplo teorisyenlerinin her konuda tamamen yanıldığına veya uydurduklarına inandığım anlamına gelmiyor. Şu an için ele aldığım konu HAARP olduğu için, “bu konu hakkındaki elde olmayan verilere göre yapılan yorumlara nasıl yaklaşabiliriz” kısmına odaklıyım. Bir-iki soru ile olaya yaklaşalım.

İlk Soru: 

Diyelim ki ABD böyle bir güce sahip. Varsayalım ki ABD’nin istediği yerde HAARP kullanarak böyle büyük depremler yaratabiliyor: Acaba bizim güzel ülkemiz ABD’nin bu kadar maliyetli bir projeyi kullanmasına değecek nitelikte mi? 

Ülkemizi küçümsediğim gibi bir kanıya ulaştıysanız, derhal çıkın oradan! Maliyet açısından bahsediyorum…

Etrafınıza bir bakın: Giyilen kıyafetlerin, kullandığımız teknolojik aletlerin, tükettiğimiz gıdaların kaynakları genel olarak nereden geliyor? Veya şu şekilde sorayım: Hayatımızı idame etmek için harcadığımız paraların büyük çoğunluğu hangi sermaye kesimine katkı yapıyor?

Yani, ABD finansal açıdan sadece bizim değil, birçok gelişmiş ülkenin bile ticari olarak içinden geçebilecek bir sermayeyi yönetiyorken ve güzel ülkemin tüm ekonomik pazarının tam ortasına bayrak dikmişken; niçin ama niçin bu denli maliyetli bir projeyi kullanarak bize zarar vermeyi seçsin? Hem de sonuçlarını asla önceden belirleyemeyeceği bir zarar… Ya da çıkarı ne olabilir? Zira ABD hakkında yeryüzünde tek bir gerçek varsa, o da çıkarsız hiçbir şey yapmayacağıdır!

Yahut şöyle düşünebiliriz: Ampul kullanarak, görüş sağlayabildiğimiz bir odada kim neden dev projektörler kullanarak aynı sonuca 40 kat daha fazla maliyetle ulaşsın?

Yahu bu ülke değil mi bir tane kıçıkırık rahibi teslim etmemek konusunda bir süre inat ettik diye doları rulo yapıp gözümüze(!) sokan?! 

Veya kendi kontrollerindeki fetöcüleri bürokrasiden attık diye ekonomimizin orta yerine ‘sıçan’ bırakan da bu ülke değil mi? 

Hem de neredeyse sıfır maliyetle. Sadece iç pazarımızdaki sermayesini kullanıp ”enflasyon” denilen yapay bir olguyu coşturarak…Ne gerek var şimdi tutup da milyonlarca kilovat elektrik harcayıp (en basit tabirle) da sonucunu tam olarak kimsenin kestiremeyeceği bir deprem yaratsın?

Sadece bir soru bu tabi…

İkinci Soru:

Yahu, ABD ki Monica Lewinsky diye bir skandalı bile gizli tutamadı oral, pardon oval ofiste… Wikileaks idi Snowden olayı idi irili ufaklı birçok ifşa skandalı çıktı bugüne kadar ortaya. ABD’nin dönem başkanlarının, bürokratlarının ve birçok tanınmış kişinin neredeyse donunun markasına kadar sızdı dışarıya. ABD’nin bu denli müthiş bir gücü olsa, 21. Yüzyılda gizli kalabilir miydi?

Bu da sadece başka bir soru…

Eminim herkes bu tür soruları türetebilir konun lehinde veya aleyhinde. Tabi herkesin sonucu kendine. 

Benim İnanç Seçimim:

Ben, Amerika’nın bu denli şiddette depremleri ard arda yaratacak kadar bilimsel gücü olduğuna inanmak yerine; bizim depremi önceden tahmin edebilecek bilgi/birikime sahip Prof. Dr. Naci Görür gibi bilim insanlarımızın ve bu tehlikeyi aylar öncesinden “gerçek beka sorunu” olarak meydanlarda lanse edip, çareler üretilmesi gerektiğine işaret edecek kadar öngörü sahibi olan Muharrem İnce gibi siyasimizin (“ler” ekini kullanmayı çok isterdim ama maalesef başka tek siyasinin tek cümlesine rastlamadım) olduğu halde bunları görmezlikten görerek bu sonuca yol açan yöneticilerimizin olduğuna inanmayı seçiyorum! 

Hürmetler,

Görsel Kaynak:

KTOO Web Sitesi

Deprem Felaketi

Türkiye Cumhuriyeti tarihindeki sonuçları en büyük tarihi doğal afetti. En azından 13 yaşındaki ben için öyleydi. Depremin ne olduğunu sadece coğrafya kitaplarında bizlere ezberletilen tanımlardan biraz biliyorduk. Sosyal medya yoktu. YouTube gibi arama motoruna “deprem” yazıp karşımıza çıkan binlerce görüntüden izleyerek öğrenip, aklımıza kazıyacağımız bir imkanımız da yoktu. Kitaplarda 1-2 cümle ile anlatılır, belki sınavda çıkar diye ezberlerdiniz. Aklınızda canlandıramadan. Hepsi bu.

Sadece çocuklar için değil, daha bir çok yetişkin bile deprem denildiğinde aklında bir şey canlandıramıyordu. Çünkü hiç yaşamamıştı çoğu. E hiç görmediğin bir şeyi sana anlattıklarında kafanda nasıl canlandırabiliyorsan, o kadar biliyorlardı doğal olarak. Sallantılı bir süreçten ibaret. Yıkım akıllara gelmiyordu bile belki. 

Çok sonraları öğrendiğime göre 1939 Erzincan depreminden beri böyle bir deprem görülmemişti. Erzincan depreminin de sanırım hala TRT kayıtları dışında bir görüntüsü, kaydı yok. E sosyal medya yok, YouTube yok. TRT keyfi gelir de milyonda bir kez TV’de yayımlarsa (ki bildiğim kadarıyla hiç yayımlanmadı) halk tarafından belki görülmüştür göz ucuyla o görüntüler. O yüzden 50-60 yaşında olmayanlar dışında birçok kişi depremin neye benzediğini bilmiyordu. 

Derken, 17 Ağustos 1999, saat gece 3.02’de herkes hiç bilmediği bir şeyi, hiç bilmeden yaşadı. Algı öyle bir şeydir ki önce bilmeniz gerekir. Yoksa o girdiğiniz “şok” denilen an tarif edilemez. 

Markette kasa sırası bekliyorsunuz. Çok sıkılmışsınız. Kafanızda binbir şey var. Kendinizce olduğunuz yerde devinim halinde kafanızdaki şeyleri düşünüyorsunuz. Gayri ihtiyari arkaya dönüyorsunuz ve güm! Birisi döndüğünüz saniyede sopayı tüm gücüyle suratınıza geçiriyor. 

O kavgadan kurtulma şansınız yok. Geldiğini gördüğünüz bir tehlikenin algı şoku, siz kurtulacak refleksi gösteremeseniz bile çok daha kolay atlatılır. Boksörün yumruk yemesi gibi. Ama hiç bilmediğiniz bir şeyin algısının şoku tarif edilemez. 

Ondandır ki ilk kez savaş görmüş bir sivilin yakınında patlayan bir bombaya verdiği tepki, daha önce patlayan bir bomba hadisesi yaşamış birine göre çok daha kötüdür. Paniktir. Anlayamaz ne olduğunu. Aklın tahmin gücü tutulur. Seçenek üretemezsin beyninde o kısacık anda. “Noluyor lan” diye bir laf vardır ya. İşte o laf kesinlikle buna benzer bir anda türemiştir bence…

O anı yaşayan tanıdığınız varsa, sorun o an ilk olarak ne hissettiğini. Kıyamet koptu sandım diyecektir. Gölcük muhafazakar küçük bir ilçe. Kimse göktaşı düşünmemiştir emin olun. Kıyamet akla ilk gelen seçenektir.

Yıkım süreci uzun ve keyifsiz bir konu, çok girmeyeceğim. Bugünlerde zaten haddinden fazla girmek zorundayız o konuya ne yazık ki. Değinmek istediğim asıl konu yıkımdan sonraki süreç.

Einstein “İzafiyet Teorisi” demiş. Yani zamanın göreceliliği. 

Kıyamet kopmadığını, hala hayatta olduğunu anladığın o saniyeden sonrası… Heryer kapkaranlık ve toz bulutu. Nefes almak çok ama çok zor. Saat kadranıyla yaklaşık 1 dakika sürmüştü o süreç. Ama algında öyle değildir. Sanki 10 dakika savrulmuşsundur. Derken şanslıysan, ayaktasındır ve yıkıntıdan kurtulmuşsundur. 

Eğer varsa yanındakileri bulduktan sonra, zaten ülkede yeni yeni kullanılmaya başlayan cep telefonuna ulaşabildiysen, hemen yanında olmayanlarla iletişim denersin. Ama hatlar çökmüştür. Hiçbir hat ama hiçbir hat çalışmaz. Zorlar zorlar belki acil hatlarını düşürürsün.

Yardıma ihtiyacın vardır. Birileri lazımdır; çünkü artık etrafındaki durumu anlamışsındır. Bir felaketin ortasındasındır… Akabinde, yaralıların ve panik halinde kurtulanların çığlıklarından algın tekrar kapanır. Bu durum koro gibi bir şeydir arkadaşlar. Anlatması mümkün değil. Sanki herkes aynı anda şoka girip, birden o şoktan çıkar ve o sessizlik aniden aşırı sesliliğe dönüşür. Aklını yitirirsin, öyle bir şey… “oğlum”, “kızım”, “annem”, “babam” çığlıklarının bir anda beynine girmesi nasıl bir şeydir; çoğu kişi tahayyül bile edemez, emin olun…

Aklın biraz kendine geldiğinde yardım ihtiyacın tekrar seni dürter. Devlet olması şart değildir. Bir el yeter. O an sana şeytan gelip elini uzatsa bile bile, isteye isteye o eli sımsıkı tutarsın. 

Sonra algın biraz daha kendine geldikçe o yardım elinin devletten gelmesi gerektiğini düşünürsün. Öyle ya; çok büyük bir felaket yaşıyorsundur ve çok büyük felaketler ile sadece çok büyük güçler baş edebilir. E yaradana telefon açmak işe yaramayacağına göre, bildiğin bir sonraki en büyük güce, yani devlete telefon açarsın: “Kurtarın” dersin, “yardım edin” dersin. Ve gerekli bilgileri verip, telefonu kapatırsın. İşte Einstein’ın izafiyet teorisi orada başlar. 

Devlet senin ve senin gibi belki binlercesinin kaydını almıştır. Almıştır almasına da, devlet de bilmiyordur neyi nasıl yapacağını. Ama sen öyle düşünmezsin. Devlet her zaman, her şeye hazır olandır senin aklında! O yüzden birazcık da olsa içine bir rahatlık gelir. Zaten dikkat edin, her zaman etrafındakileri telkin etmeye ilk o telefonu açan kişi başlar! “Yardım çağrıldı, sakin olun hemen kurtulacağız!”

Devletin durumu idrak etmesi, planlaması ve eyleme geçmesi. İşte bu sürece bürokrasi denir. Normalde bombok bir şeydir bürokrasi. İşleri uzatır da uzatır. Ancak acil durumlarda bürokrasi devlet refleksini o kadar hızlandırır ki… Çünkü tek bir kişinin, veya küçük bir grubun o hiç bilmediği, beklemediği durum karşısında kısacık ve limitli zamanda idrak-plan-eylem adımlarını atması ve gerekli talimatları yayması ile, bir çok grubun inisiyatif alarak refleks gösterme süresi kı-yas-la-na-maz. Zaten devlet dediğin şey öyle küçük bir grupla yönetilebilseydi valilikler, belediyeler olmazdı… Bunların var oluş nedeni bu! 

Tabi bunlar senin o sırada düşünebileceğin şeyler değildir. Sen acil durum numarasını arayıp, gerekli bilgiyi vermişsindir. Tik-tok, başlar saat o an. Devletin, o hazırlığı yapıp yerine ulaştırana kadar geçirdiği bürokratik süreç belki 1 saat, belki 10 saat sürer. Ancak o vakit sana x100 olarak gelir. İşte zamanın göreceliliği budur.

Demem o ki; şu an 40 saati aştık ve hala ulaşılamayan bölgeler var. Senin benim saatimize göre bu. O felaketi yaşayanlar için o 40 saat olur 140 saat… Bir de eksi derecelerdeki dondurucu soğuklar eklenir, olur sana 1040 saat!

Organize olunamadığı çok açık olduğu halde saçma sapan ahkam kesen demeçler geliyor yetkililerden. Biri çıkıyor ortada yüzlerce kimsesiz, çaresiz insan videoları varken diyor heryere girdik; diğeri, millet aç-susuz beklerken diyor burada tek sorun yalan haber. Gerçi kimsenin böyle bir şey aramaması lazım ama; zaten canıyla cebelleşen vatandaşlara pis pis sırıtan vali mi ararsın, o da var! 

Öbür tarafa bakıyorsun, 1-2 münferit yağma oldu diye doğal felaketin içine sadece savaşlarda kullanılması gereken silahı karıştırmayı öneren var. İlk basın toplantısında bağlı olduğu grubun ne gibi bir çaba içinde olduğunu, nasıl katkı yapabileceğimizi anlatacağı yerde “sayın genel başkanım şunu dedi, sayın genel başkanım bunu yaptı, sayın genel başkanım şunu buraya, bunu şuraya gönderdi!” diye bir şeyler geveliyor sanki seçim propogandası lazımmış gibi…

1999 depreminde bir Kızılay vardı ki size anlatamam. Her yere yetişti. Bir asker vardı ki taşları elleriyle kaldırıp insanlar kurtardı hemde hiç beklemeden! Sanki kendileri de aynı depremden çıkmamış gibi, Gölcük’ü kendi askeri kurtardı diyebilirim… Bırak dış ülkeleri; dış il ve ilçelerden bile yardım beklemeden önce giriştiler enkazlara. Konuyu kendime getirmek gibi olmasın ama ben ve ailem de hayatımı onlara borçluyum diyebilirim.

Normalde kendi içinde bir türlü birleşememiş, daha yeni yeni başa geçmiş bir koalisyon hükümeti vardı; başında rahmetli Bülent Ecevit… Açın bakın arşivlere. O vakte kadar kendi arasında sürekli didişen koalisyon 17 Ağustos’ta tam bir vücuttu! Benim partim şunu yapıyor, parti başkanım şöyle yakışıklı vs yoktu.

Devlet çıktı takır takır o hiç hazır olmadığı durumdan kendini kurtardı. Belki kar-kış yoktu ama yolumuz da yoktu. Bilen bilir Gölcük, İzmit ve Bursa arasında kalan 3 şerit gidiş, 3 şerit de dönüş yolu (yer yer 2+2) olan bir bağlantı ilçesiydi. Yani İzmit’ten veya İstanbul’dan Bursa’ya gitmek için başka yol yoktu. Ve o yolun bir kısmı asfalt çökmesinden, kalan kısmı da yıkılan yol kenarı binalarının çökmesinden tıkanmıştı. E bir şehirden diğerine gitmek isteyenlerin yolu tıkaması da cabası! Ama halloldu yani. Bir şekilde asker, Kızılay, AKUT (daha çömez yılları bile olsa) vs herkes bir oldu ve halletti. Zaten zamanla bir ton sivil toplum kuruluşları da el attı duruma. Bu kadar çeşitlilik bir şekilde organize oldu. Hiç sorunsuz diyemem tabiki ama etkisi ortadaydı yani…

Şimdi ne olduysa herkes birbirine bok atmak peşinde. Haber kanallarını tek tek 10’ar dakika izleyin. Ama sabırla her birinde 10 dakika geçirin en az. Muhalifseniz de iktidarsanız da izleyin diğer tarafın kanallarını 10’ar dakika. Akıl alacak gibi değil aradaki fark! Sosyal medya desen of of of… Yağdır mevlam su. Birbirine tüküren tükürene. Hani Twitter’da paralı bir tükürme ikonu olsa, millet birbirine daha şirin tükürmek için para ile satın alır, o derece (Elon Musk’un aklına karpuz kabuğu sokmak gibi olmasın ama)…

Her kaos birkaç yiğit doğuruyor tabi. Haluk Levent gibi, Oğuzhan Uğur gibi insanlar da var çok şükür. Sıcak evlerinde zengin hayatlar sürerek ona buna sallayacaklarına var güçleriyle uğraşıyorlar ekipleriyle birlikte. Ama çok az sayıları. Derler ya bir elin parmağını geçmez diye. O misal…

Halbuki devletin yanı sıra ülkede bu kadar güç var. Siyasi partiden geçilmiyor ortalık. 6’lı 7’li çipetpet gibi masalarımız var. Koskoca TSK var! 1999’da elde olanın belki 100 katı sivil toplum örgütlerimiz var, hem de çok daha güçlüler. Yüzlerce güçlü şirketlerimiz var. Kendine ait uçakları, helikopterleri, planörleri olacak kadar güçlü iş adamlarımız yok mu yahu bizim magazinlerde gördüğümüz? 

Bu seferki eski depremler gibi 1-2 il etkilemedi ki! En az 10 il yıkıldı yahu yıkıldı. Suriye bile çöktü! 900 atom bombası gücünde diyorsun, dünyanın en büyük felaketlerinden diyorsun… E dünyayı tek başına bizim devlet mi kurtaracak? 

Hadi hiç geçmişten ders alınmadı, hadi eskisinden kötü durumdayız… 10 il var en kötü şekilde etkilenen. 2-3 tanesi çok ağır. Topla parti liderlerini ve güçlü sivil toplum kuruluşlarının başkanlarını (toplamana gerek bile yok, video konferans bile yeter). Her birini tüm gücüyle ayrı bölgelere sevket. İnsan gücünü zaten partiler, STK’lar ve halk halleder. Sen gelen kaynakları bölüştür yeter… 

Muharrem İnce, Tanju Özcan, Barış Atay, Ümit Özdağ, Haluk Levent, Oğuzhan Uğur ve ekipleri kaç saatte girdiler o bölgelere? Hem de yardımlarını toplamış şekilde. Ama noldu? Çoğu (tenzih tercihlerimi yukarıda belirtmiştim) sadece etraftaki görüntüleri yayımladılar, propoganda yaptılar. Devlet imkanları onlarla bölüşse propogandaya vakit kalmayacak, iş yapmak zorunda kalacaklardı. Belki 2-3 saat daha geç gireceklerdi ama derhal iş görmeye başlayacaklardı. Enkaz başında yayın yapacaklarına enkaza müdahale edeceklerdi… 

Devlet de olsan böyle bir felakette yalnız yetemezsin! 

Ya 4. seviye alarm verip dış ülkeleri çağırdık ama kendi STK’larımızı ve örgütlü diğer güçlerimizin emrine birkaç iş makinesi, birkaç operatör, doktor vs veremedik! Bu nasıl bir mantıktır? Bu nasıl bir siyasi hırs, aklım almıyor!

Velhasıl kelam geç toparlıyoruz, umarım güç olmaz. Çok uzattığımın farkındayım ancak inanın içim içimi yiyor! Aslında daha o kadar çok şey var ki, okunacağını bilsem kitap yazarım sadece bu geçen 2 gün için! 

1999’u 13 yaşımda yaşadım. Şartlar kıyaslandığında 1999’da bu ülkede ilk çağ vardı. Şimdi bu kadar bolluğun içinde bu yokluğun yaşandığını görmek, gelişme göstermeyi bırakın geriye gidişi görmek kanıma dokunuyor… 

Hepimizin başı sağolsun. 

Görsele ait kaynak:

Hamzeh Hajjaj

İnsan!

Hayal kırıklığı,

Çünkü insan var.

 

Heves kırıklığı,

Cünkü insan var.

 

Düşkünlük,

Çünkü insan var.

 

Nefret,

Çünkü insan var.

 

Şikayet,

Çünkü insan var.

 

Saygısızlık,

Çünkü insan var.

 

Dehşet,

Çünkü insan var.

 

İhanet,

Çünkü insan var.

 

Küstahlık,

Çünkü insan var.

 

Yalan,

Çünkü insan var.

 

Teselli,

Çünkü insan var.

 

Önyargı,

Çünkü insan var.

 

Türetebilirsiniz, atış serbest…

Hayatım boyunca hiç sevmediğim matematik önüme çıkıyor hep. Toplasan, bölsen, çarpsan, çıkarsan hiç fayda etmiyor. Sonuç ve özne hep insan konu nefrete gelince… Problemin ve çözümün ortak paydada buluştuğu yegane şey: İnsan…

İnsan sevmeyip hayvan sevenden korkmayın arkadaşlar. İnsana alternatif bulmak da insanın işi…

 

O insan ki aldatır…

O insan ki hak yer…

O insan ki hayal kırar…

O insan ki heves kırar…

O insan ki yalancıdır…

O insan ki yapmacıktır…

 

Müzik: The Last Shadow Puppets – My Mistakes Were Made For You

 

Anneler Günü Meselesi

Anne olmak illa ki bir velede sahip olmak değildir. Veya bir insan cinsine süt vermiş olmak da değildir. Kan bağı hiç değildir!

Şevkatli olmaktır annelik, O’nun için endişe duyabilmektir. O’na ilgi göstermek, O’nun için akıl almayacak fedakarlıklar yapabilmektir.

Biz işeyaramaz herifler küçükken hiçbir canlıyı taklit edememiş oyuncaklarla oynarız. Arabalar, trenler, silahlar vs. Doğada bunların canlısını bulamazsınız. Mal taklididir bunlar.

Biz kapitalist dünyanın önümüze küçükken koymuş olduğu metalarla oyunlar yaparken, minik hatunlar bebekleri süslerler, saçlarını tararlar ve hatta saçma sapan da olsa senaryolar kurararak yeri geldiğinde o cansız bebeklerle konuşurlar.Mothers Day

Çünkü o anlarda tam bilmeseler bile bu onların içgüdüsüdür. Bir gün büyük hatun olduklarında artık bu oyuncaklardan edindikleri özveri ve tecrübeyi canlılara uygulamaya başlarlar. Ve gayet tabi ki o canlı illa ki kendi doğurdukları olmayabilir. Dediğim gibi insan bile olmayabilir bahsettiğim canlı. O hatun elbet içgüdüsünün verdiği enerjiyi birşey üzerinde kullanacaktır.

Bir çiçeğe, böceğe ya da bir hayvana da annelik yapabilir bir hatun. Sahiplenir, besler, hep aklının bir köşesinde tutar onu. Hiçbirşey bulamazsa, kendine annelik yapar ama yine yapar.

Anlatması zor, anlaması daha da zor bir durumdur annelik.

Bundan ötürüdür ki doğurmuş, doğurmamış tüm hatunların Anneler Günü’nü tüm samimiyetimle kutlarım.

Hürmetler!

Müzik: Benny Goodman  – Sing Sing Sing

Kaydet

Yalnızlık Temalı Karışık Karalama!

Anlatmadığım veya anlatamadığım birçok şeyin arasından sıyrıldı bugün “yalnızlık”… Eksik olmasın, ara ara dokunur kendisi çocukluğundan beri yalnızlığın tek çoğunluk olduğuna inanan bu adama!

Hani normal şartlar altında şehirlerarası bir otobüs yolculuğunda uyuyamayan bir insanın milyonda bir kere ansızın uykuya dalmasını muhterem bir muavinin “servis” için dürterek bölmesi vardır ya, o misal…

Yaşamadıysanız bilmezsiniz, yaşadıysanız bir tebessüm açar dudaklarınızda bu dürtmeye şu an!

Bugün uzun süredir ilk kez istedim nedense birisi o muavin olsun… Tiksindiğim bir şekilde dürterek uyandırsın beni yalnızlık uykusundan! Ama olmadı tabiki. O konuya girmek niyetinde de değilim…

Sorgulamayı içgüdü edinmiş her insan kadar ilk olarak “neden” diye sordum. Yalnızlığı konu almış bir karalamada bu soruyu kime sorduğumu tahmin etmek için kristal küreye sahip olmak gerekmiyor tabiki! Kendime sordum ki ben bunu sık sık yaparım. Bazıları kahvaltı sever. Ben ise, bilincim daha fazla uykuyu reddetmeye başlayıp beni uyandırdığı ilk andan itibaren sorarım: Neden?

Neden uyudum, neden düşlerimi ve akabinde dişlerimi fırçaladım? Neden onu veya bunu yapıyorum, vs vs…

Nedenler önemlidir benim hayatımda, “nasıl” durağına gelene kadar! Nedeni hakkında fikir yürütemediğimde hiçbir “nasıl” soru cümlesi olamaz bu bünyede…

Fakat asla tavsiye etmem bunu! Mutsuzluklar nedenlerle başlar, nasıllarla büyür, sonuç endişesiyle çoğalır! Yazın bunu köşeye güzel laf oldu!

Bir parmağımın azıcık zahmetiyle müziğimin sesini açabiliyorum fakat neden yalnızlığı aynı parmak hareketiyle sorun olmaktan çıkaramıyorum bugün? Veya neden bugün? Veya neden yalnızlık? Veya neden kabullenmeyi bağışıklık sistemime entegre etmiş olduğum bu gerçek bugün bu kadar dokundu?

İnsan ya vicdanını rahatlatmak için ya da kafasına daha fazla takmamak için bahaneler uydurur, korkularını mevzu bahis etmezsek eğer! Benim bahanem de sizler oldunuz aslına bakarsanız saygıdeğer ama su geçirmez takipçiler!

Sizler sürekli yalnızlık, terkedilme, aradığını bulamama, efendime söyleyeyim böyle bi karamsar yazılar filan yazdınız! Ben ne güzel Gereksiz Geyikler Serisi’ni başlatmış yoluma bakıyordum!

Bir de bir taneniz utanmadan çıktı Damien Rice şarkısı içeren içerikler yayımladı! E bizim elimiz de armut toplamıyor! Yazarız “ilham abla” uğradığında tabiki – ki kendisi genelde cips paketlerinden çıkan eski tasolar gibi alkol şişesinin içinden görünür bana-

Yaşın kemale ermesi vardır ya hani… O deyimdeki “kemal” kelimesini hiç düşündünüz mü bilmem… Ben düşündüm, araştırdım ve buldum! Sunal veya Kılıçdaroğlu ya da herhangi bir Kemal değildir o kemal!

Kemal olgunluk demektir. Çok yaşlanmış olmaya da gerek yok olgunlaşmak için; yaşı benden ileri olan vatandaşlar artistlik yapmasın hemen! İnsan belli bir süreçten geçince olgunlaşıyor… “zaman armutları olgunlaştırır, insanları değil” demiş zat-ı muhterem!

Bazen yaşlandıkça bazen de içtikçe olgunlaşıyorsunuz, emin olun buna. Ama bunları yapmayanlar olgunlaşmamış demek değil bu! Hiçbirşeyin limiti olmadığını düşünürsek, ne yaşlanmanın ne içmenin ne de diğer hiçbir şeyin herhangi bir limiti yok. İnsan ölene kadar yaşlanıp, bayılana kadar içebiliyor. Ayık veya genç olanlar bile olgunlaşabiliyor hiçbir şeye limit bağlamadan!

Evet beygir kafalılar da hem yaşlanıp, hem de içebiliyor! Ve ya gençken olgunlaşabiliyor! Anlatmak istediğim bu değil tam olarak, sadece birşey anlatmaya çalışırken ilk sapaktan dalıp, konuyu da saptırabiliyorum…

Anlatmak istediğim şu ki; yalnlızlığı her zaman kaçınılmaz son olarak gören bir insan olarak, sonun başlangıcındayım bu sıralar! Sizden okuduklarım büyük etken! Ancak durulduğumun da farkındayım…

Kayıplarımın nedenlerini sivriltip kendime dokundurça, yeni kazanımların yolunu tıkayarak çıkmaza girmiş olsam da, bu cümle aslında okuduğunuz kadar karışık değildir!

Yalnızlık bir seçimdir arkadaşlar. Buraya bağlayacağım. Her kör satıcının, kör bir alıcısı vardır yoksa. Atalar boşuna konuşmaz! Kim olduklarını bilemediğimden veya zamanı geri alamadığımdan gırtlaklarını sıkamasam da birçok ata doğru söz söylemiştir!

Önce sorgulamak gereken “ne kadar olgunlaştığınız” olmalıdır. Sonrası zaten çorap söküğü… Siz çektikçe gelir devamı. Ha, o çorap söküğünün ne getireceğini kesinlikle kimse garanti edemez. Sonu boka da sarabilir. Ama siz yine de o çorabın söküğünü elinize bir alın! Bazen bir anlık cesaretle, bazen de yavaş yavaş, er yada geç nasıl olsa çekeceksiniz o söküğün ucunu! Siz siz olun özünüzün eleştirisini yapın ve baştan üzülün. Ne kadar erken üzülürseniz o kadar erken bilirsiniz ki kalan vakit bu söküğü onarmak içindir…

Her insanın özü iyidir. Kötü doğmak mümkün değildir. Kötülük ne genden gelebilir, ne de durduk yerde kendi iradenizle olabileceğiniz birşeydir. Çürütülemeyen teori şudur ki iyilik bilinmeden kötülük ayırt edilemez. İyi doğduk ve çok çeşitli nedenlerden zaman zaman kötü olduk. Özünüzde iyi olabilirsiniz veya buna inanabilirsiniz! Fakat bazı anlarda kötüleşmeyeceğinizin garantisini hiçbir teknik servis veremez! Anneniz bile…

İşin en acı kısmı şudur ki, iyilik ve kötülük çok göreceli kavramlardır. Sizin iyi gördüğünüz başkasına kötü gelebilir. Siz fikrinizde, eyleminizde inanarak dik durup, sabitleşebilirsiniz. Bu da bir “erdem” örneğidir aslına bakarsanız. Zaten bakmazsanız hiç sorun yok!

Yeryüzündeki herhangi bir noktayı bulmak ne kadar zor ise, ortak bir noktayı bulmak bazen bunun 62346523 katı zor olabilir. İmkansıza 5 kala kaybedebilirsiniz bu ortak noktayı. Bu böyledir.

Uzatma limitimi geçeli 2 gece geçti farkındayım. Onun için bağlamaya çalışıyorum fakat akordu tutturamadım hala!

Birincisi yalnızsanız yalnızsınızdır. Çok büyütmeyin ama büyütecekseniz de neden olduğunu en tarafsız anınızda çuvaldızı elinize alarak bir düşünün. İyi olduğunuzu düşünüyorsanız yalnızlığınız bir seçimdir. Sizin seçiminizi ben yapacak halim yok! Siz seçtiniz nedenini siz bulun… İster ortadan kaldırın, ister seçeneğinizde ısrar edin ve doğru eşleşmenin olacağı vakti belirleyin. Ama beklemek acıtır, acıtıyor, acıtacaktır… Bunu kabullenin…

İkinci de; izin istemediğim için adını paylaşmayacağım WordPress yazarı sözüm sana: Bana bu gece 2 şişe şarap eşliğinde bir Damien Rice gecesi yaşattın. Senin için Cheers Darlin’ sevdiğin bir şarkı olabilir. Benim için ise o şarkı çok özel olmakla beraber, Lisa Hannigan ile şarkı yapmayı bırakana kadar bu muhterem şahsın ayrı bir yeri vardır! Umarım o şarkının aşağıda paylaştığım bu Roma versiyonunu biliyorsundur (: Sevgiler sana…

Hürmetler hepinize…

 

Müzik: Damien Rice – Cheers Darlin’ (Roma konserinden, kafası rakamlarla ölçülemez versiyonu)

 

 

 

 

 

 

Biliyorum

Biliyorum:

Bu dünyanın sonu bir hatunun gözyaşının başlattığı savaşla gelecek. Ve akabinde gelen bir çocuk üzüntüsüyle. Masumiyetin temsiliyeti birgün çoğunluğa “yeter ulan artık” dedirtecek!

Biliyorum:

Hırsından, fesatlığından, bencilliğinden kendini tüketecek kötülük! Ve şimdilerde tam olarak tanımlayamadığımız iyilik, mertlik kazanacak o zaman! Malesef ki şu anda en yaşlımız bile çok genç bunun için…

Biliyorum:

Gidenin veya götürenin kazanamadığı günler yaşanacak! Giden gittiğine, götüren götürdüğüne utanacak! Evet birgün utanç tüm duyguları yenip, masumiyetin yolunu açacak…

Biliyorum:

Bugün çare olan unutmak, o gün geldiğinde suç sayılacak! İyisi de kötüsü de anılacak! Ektiğini biçenler aldıkları mahsül kadar değer bulacak!

Biliyorum:

Bugün adı konmayan savaşlar, o günlerde tarih kitaplarında isimlen-dirilecek!

Biliyorum:

Alışılması gereken en büyük şey yalnızlık olacak! Eninde sonunda yalnızlık kazanacak. Bugün yanında olan kim olursa olsun, birgün gelecek olmayacak.

Biliyorum:

Dünya malı dünyada kalacak! Biriktirdiğin hiçbir somutluk soyutluğa erdiğinde yanında olmayacak!

Biliyorum:

Pervasız yapılan hiçbir aksiyon, pervası olanlarla yarışamayacak! Korkulan birgün başa gelecek!

Biliyorum:

Hayat hep tanımlanabilen birşey olacak ve senin tanımlamış olduğun aynı hayat hep bildiğini okuyacak!

Biliyorum:

Değişen mevsimler o kadar değişecek ki vakti zamanı kestirilemez olacak! Yeni mevsimlere yeni isimler koyacak insanlar! Ve yine de ruh aldırış etmeyip kendi mevsimini yaşayacak…

Biliyorum:

Sonu soru işaretiyle biten cümleler, ünlemle biten cümleleri yenecek! Nedenler, nasıllar kazanacak!

Biliyorum:

Son denilen herşey birgün ilkliğe dönüşecek!

Biliyorum:

İnsan düzeni birgün doğa düzenine yenik düşecek! Nereden gelirse gelsin; insanoğlu doğaya yenik düşüp, bugünlerde katlettiklerine pişman olacak!

Biliyorum:

Yanılma payım var! Ama yanılmadıklarım ortaya çıktıkça yanıldıklarımın “lafı bile olmayacak”!

Biliyorum:

Kaynak sormayın, sadece biliyorum…

Biliyorum:

Ama o günleri ben görür müyüm?

Hiç sanmıyorum!

Ama o zamana kadar hüznün tadını çıkarmalı! Kötülükle alay edercesine hemde… Susarak konuşmalı belki de, yahut susarak dövmeli!

Siz de bildiklerinizi yazın geleceğe dair, konuşalım tartışalım!

Bildiklerinizi söylemekten sakınmayın kendinizi!

Müzik: Zakkum – Ben Ne Yangınlar Gördüm

Aşk – Meşk

Aşk sıvıdır, bulunduğu kabın şeklini alır. Kişiye aşık olursan o kişidir. Mesleğine aşıksan mesleğin. Hangi hobine aşıksan o aşktır sana. Dinin, inançların, prensiplerin hatta oturduğun koltuk bile layık görürsen aşk olur. Somut ve soyut her şekle bürünebilir. Neye aşıksan odur yani. Bazen yalnızlığa bile aşık olur insan. Gücüne aşıktır, malına mülküne, paraya pula, renklere,  börtüye böcüğe aşıktır. İnsanına göre yani.

Kimsenin aşkı bir diğerine güzel görünecek diye bir kaide de yoktur aşk işlerinde. Herkesin aşkı hiç kimseye değilse bile sadece kendine güzel görünebilir. Sonuçta bir seçim işi değildir aşk. Doğal bir süreçtir. İnsan doğasına göre şekillenir, içindeki aşk da insana göre şekillenir. Bazen insanın lanetidir. Bazen de nefes alabilen bir canlıya verilebilecek en büyük ikramiyedir.

Ama her halükarda götürür birşeyler insanın içinden… Çünkü doğa böyle emretmiştir. Doğa kimseye hayatındaki herşeye eşit aşk imkanı sunmaz. Hangisine daha çok aşıksan bir diğerinden eksilir. Hayat bir denge meselesi ve aşk o hayatın denge noktasıdır. Her aşk bir vazgeçiş getirir beraberinde. Hepsine aynı şiddetle aşık olamazsın. Çünkü maddenin değerini para, hayatın değerini zaman belirler. Hiçbir ömrün zamanı aynı anda herşeye aynı aşkı verebilecek kadar geniş değildir.

Bunlardan dolayıdır ki insan aşkı kişiye sabitlememeyi öğrenmelidir. Eskidendi o temiz dünya. “Aşk çokluğu” ters tepti ve bencilliği çoğalttı toplumda. Bencillik arttıkça çıkarlar aşkları belirler oldu ve kirlendi hayatlar. “Çıkar” denmiş adına nedense ama öyle bir lekedir ki o “çıkar“; bünyeye girince lekesi bir türlü çıkmaz! Şarkıda da dediği gibi “Biz büyüdük ve kirlendi dünya“.

Bencilliğin ana besin kaynağı olan “çıkarlaraşkların düşmanıdır yani. Aşkın inandığı dinde tam bir şeytandır o “çıkarlar”. Aşk kılığına bürünebilir herhangi bir çıkar, ruhun bile duymaz! Halbuki aşk, içinde çıkar olmayan olmalıdır. Katkısız, sek olandır aşk. En ufak bi katkı aşkın metabolizmasında olumsuz bir tepkimeye yol açıp “çıkarları” ortaya çıkarır. Mikrop gibi, virüs gibi düşünebilirsin bu çıkarları…  Bazen de ince bir çizgi çeker vicdanın aşk ve çıkar arasına. Aşk ve çıkar arasındaki sınır çizgisinde ip atlatır insana. Sanata aşığım dersin şarkı yaparsın. Aşk sınırları içerisindesindir. Sonra rant kavgasına düşersin, sınırın öbür ucudur. “Çıkar topraklarına hoşgeldin” tabelası karşılar ne olduğunu anlayamadan. Aşk için değil para için, mal-mülk için yapmaya başlarsın sanatını o andan sonra. Çıkarlar devreye girmiştir artık. O zaman işin tüm saflığı, tüm samimiyeti kaçar. İnsana aşık olduğunda da durum değişmez. İlişkinin başlangıçtaki saflığı muhafaza edemeyen aşkını kaybeder! Litrelik kola gibidir bu durum. Bir kere kapak açılıp hava girdi mi içeri, gazı kaçar ve bir daha ilk tadını asla vermez!

Sonunda eline ne geçeceğini düşünerek aşkla iştigal etmek yerine bunları hiç düşünmeden doğal akışında yaşanmalıdır bu meret! Nihayetinde aşklarının dengesini kurabilen mutlu, kuramayan yalnız, bu dengeyi anlayamayan ise çoğu zaman kafası karışık oluyor. İnsan bir taşa bile aşık olsa etrafında olan bitene algısı değişir. Etraftakiler durumu yadırgasa bile  gerçek aşığa dokunmaz. Yani aşk bir çeşit sarhoşluk durumudur ve gerçek aşık o sarhoşlukta yolunu bulabilendir…

Müzik: Ekin Beril – Ben Nasıl Büyük Adam Olucam (Cover ama çok güzel kavır!)

Hatunlar Günü Meselesi

Efendim öncelikle 8 mart Dünya Kadınlar Günü‘nüz kutlu olsun. Bunu belirteyim ki birazdan yapacağım giriş ile bırakabileceğim “öküz” imajına bir kılıfım olsun. Sabredip okumaya devam ederseniz belki de öküzlükten beygirliğe terfi ettirirsiniz. Tüm samimiyetimle bu kutsal gününüzü kutlayıp, beygir kafalı bir adamın aklını kurcalayan birkaç noktaya değinmek isterim yüksek müsadenizle…

Öncelikle Dünya Emekçi Kadınlar Günü‘nün sosyal farkındalığı arttırma amaçlı düzenlendiğinin farkındayım. Fakat günümüzde artık bu günün bir farkındalık projesinden daha çok toplumda kadınlara lütfedilip verilen ve sanki bir bayrammış edasıyla kutlanan bir olay olmasından rahatsızım.

Şimdi şöyle ki dünya erkekler günü olmuyor da neden Dünya Kadınlar Günü oluyor? Diyecekseniz ki “yuh artık! Bu kadar erkek egemen toplumların varlığıyla dönen yerkürenin 365 gün 6 saatinin 1 gününü bile layık görmüyor kadınlara! Beygir değil öküz kafalı bu adam!” Yok be ya öyle değil başka birşey anlatmaya çalışıyorum…

Diyorum ki bu dünyanın bütün çirkinlikleri erkeklerden kaynaklanıyor. Hani “dış güzellik değil iç güzellik önemlidir” diye bir yalan vardır ya, dışımız güzel değil bi kere. Çirkin yaratıklarız, en baştan kabul edelim. En çirkin hatun en güzel erkekten daha güzeldir. E içimiz de malumunuz. Tarihin gördüğü en acımasız en gaddar savaşlar, felaketler, belalar hep erkeğin başının altından çıkar. Açın bakın tarihi bana inanmıyorsanız. Zedong, Hitler, Stalin, Tojo, Saddam, daha tonlarcası var saymakla bitmez! İçi temiz olsa bu kadar felaketin sorumlusu olur muydu erkekler?

Hatta bırakın bu büyükbaş örneklerini de küçükbaşların neden olduğu günlük yaşanan kötü olaylara bakın: kavga, dövüş, hırsızlık, trafik canavarlığı, kabalık, tehdit, haraç, yaralama, öldürme, tecavüz… Hatta hayvan tecavüzü! Bunların faillerinden 1 tanesi kadınsa 99 tanesi erkek oluyor.

Yani demek istediğim şu ki: Koca bir yıl içinde sadece 1-2 gün yalandan değer görmesi gereken taraf içi de dışı da bu kadar çirkin olan erkek cinsi iken biz bunun tersini neden yapıyoruz?

Yanlış da anlaşılmasın, dünya kadınlarına lezbiyenlik çağrısı değil bu! Sadece müsade etmesinler istiyorum yılda bir kere yapılan poh pohlamalara. Yetinmesinler bir günlük anılmayla, yalandan değer görmeyle! Hafta istesinle, ay istesinler, yıl ve hatta asırlar istesinler! Senede 1 gün ile gelinen nokta belli. Farkındalık süreci kaplumbağa hızında ilerliyor senede 1 gün ile. E öyle olunca da bu gün amacından saptırılarak geçiştiriliyor!

Kadınlar, tabiri caizse el alma gönül alma bir şekilde lütfedilip de senede 1 gün değer verilecek, hatırlanacak varlıklar olmamalıdır. Her gün kadınlar günü coşkusunda yaşanmalıdır artık! Tarih boyunca hep en üst seviyede görülen erkek egemenliği yüzünden kaybedilen zamanı kapatmak adına her gününü kadınlara öncelik vererek yaşamalı insanoğlu. Evde, ofiste, asansörde, trafikte (en çok da trafikte!), pazarda, markette, otoparkta, yatakta ve her yerde kadın öncelikli olsun artık. Kadınların önemsendiği gün sayısı erkeklerden fazla olsun bi kere! Erkeklerin ön planda olduğu devirler yüzünden halimiz ortada…

Hiçbirşey için değilse bile asırlardır kadınlardan çaldığımız zamanın telafisi için asırlardır biriken borcumuzu ödemek adına kadınlara öncelik verildiği devirlere şahit olabilmek dileğiyle tekrar ve malesef Dünya Kadınlar Gününüz kutlu olsun.

Hürmetler!

Müzik: All India Radio – Endless Night

 

 

 

 

İnanç Dengesi

İnandı insanoğlu!

Önce inandı sonra inandırmaya çalıştı.

Bilgiyi keşfetti, bildiğine inandı; sonra bildiklerine inandırmaya çalıştı. Bildiklerine inanmayanlara cephe aldı

Tekrarlamayı gelenek edindi, o geleneklere inandı; sonra inandığı geleneklere inandırmaya çalıştı. İnandığı geleneklere inanmayanları garipsedi.63272352-zaman-gunesli-arka-plan-ile-isareti-inanmak

Bir din keşfetti, o dine inandı; sonra inandığı dine inandırmaya çalıştı. İnandığı dine inanmayanları günahkar ilan etti

Bir çeşit bilim öğrendi, o öğrendiği bilime inandı; sonra inandığı o bilime inandırmaya çalıştı. İnandığı bilime inanmayanları cahillikle suçladı

otekilestirme-867a-678a-fdb4Bir kişiye rastladı, o kişiye inandı; sonra inandığı kişiye inandırmaya çalıştı. İnandığı kişiye inanmayanlara ötekileyici sıfatlar buldu ve yaftaladı

Siyasi bir görüş aklına yattı, o görüşe inandı; sonra inandığı görüşe inandırmaya çalıştı. İnandığı görüşe inanmayanların özgürlüklerini hedef aldıfft16_mf2313848

Takımı keşfetti, takımına inandı; o takıma inanmayanları inandırmaya çalıştı. İnandığı takıma İnanmayanlarla kavga etti

Karaktere büründü, o karaktere inandı; sonra inandığı karaktere inandırmaya çalıştı. İnandığı karaktere inanmayanları kişiliksiz farzetti

Yeri geldi güçlendi insanoğlu, o güce inandı; sonra inandığı o güce inandırmaya çalıştı. İnandığı güce inanmayanları cezalandırdı

alvlkYani; önce buldu sonra inandı insan evladı. Ondan sonra da inandıklarına inandırmaya çalıştı. İnanmayanları ötekileştirdi. Ötekileştirdiklerini zararlı görüp içgüdüsel olarak saldırıya geçti. Saldırdıkça hırslandı, hırslandıkça da daha çok saldırdı.

Acaba önce inanıp sonra bulmaya çalışsa böyle olur muydu? Nesnel bakış açısının tekelleşmesinden kaynaklanan bir lanet bu “ötekileştirmek”. Bilebilme ihtimaline inanıp, bilgiyi keşfetmeye çalışsa nasıl ötekileştirebilirdi ki bir başkasını?denge

Olmayan kesinlikleri doğru farzedip, bu doğrular için savaşıp durdu insanoğlu devirlerdir! At gözlüklerinden koleksiyon yapmak gibi birşey. İnandığı doğrulara o kadar inandı ki; hep yeni nesillere aktarmaya çalıştı. Hem de dayatarak! Doğrular hiç değişmez, hep doğru kalırlar diye düşündü.

Çünkü inanması gerekiyordu birşeylere. İnanmaya inandı insanoğlu işin özünde; sonra da inandığına inandırması gerektiğine inandı. İnandırması gerektiğine inanmayanları “kategorize” etti!

Hiç düşünmedi; herkes aynı şeye inanıp, aynı tepkiler verseydi, nasıl çıkardık bu günlere?c5a862888d6967b23e456cc182024687

Düşünsenize dışarıda yemyeşil çimenler var fakat çizilen tüm resimler sarı! Herkes sarıya inanmış ve burnunun ucundaki yeşili göremeyecek kadar kör olmuş? Dışarıda yeşil yaprak var; görüyor, dokunuyor fakat güneşin sarısından başka birşey düşünemiyor! Bir an bile yeşili düşünmekten korkuyor etrafındakilerin sarıya inanması için yaptığı baskılardan!

Bir düşünün: Uçsuz bucaksız, dipsiz kuyusuz bir okyanus var fakat içindeki tüm balıklar sadece yosun ile besleniyor! E peki ya yosunlar tükenince?

İnanç çok enteresan bir olgu. Dozunu az kaçırınca kirlenmeye başlıyoruz. İnancın dozu arttıkça kirliliğin dozu da artıyor! Ve işin kötüsü kirlenmek de değil! Kirlendiğimizin farkına bile varamıyoruz…

İnancının da inançsızlığının da limitini iyi ayarlamalı insan. Limitin bir adım ihlali bile savaşa sürüklüyor bizi. Bir çeşit akrobasi yaşadığımız hayatlar. Başarının anahtarı dengeyi iyi ayarlamak…denge1

Müzik: Russian Red – Fuerteventura (Acoustic)

Kaydet

İçine Sinmezlik Sendromu

Hayalkırıklıklarının ötesini keşfetmiştir bazı insanlar. Tıptaki adı ‘Falatülus Ketuman’ olarak geçen ve halk arasında ‘içine sinmezlik sendromu’ diye bilinen durumdur bu keşfettikleri. Google’da bulamazsınız hiç zahmet etmeyin. Google bile sizi bana yönlendirir aratırsanız. Çünkü ben şimdi açıklamayı uygun bulmadığım yerlerimden uydurdum bu sendromu. Gözlemsel diyebiliriz…

Az şeyden keyif alıp, çoğu şeyi keyif almadan yapar bu tür insanlar. İçine sinmez yani yaptıkları şeyler veya bulundukları ortamlar. “Şimdi şurda olmak vardı” derler ve gittiklerinde “ya aslında geldiğim yer iyiydi be” deyip dönmek isterler.

Kafalarının içinde bir yerde ‘nasıl olsa’ kalıbı gizlidir. Herhangi bir şey yapmaları gerektiği durumlarda hemen bu kalıbı başa koyarak cümleler kurar ve aksiyonlarını ona göre belirlerler. “Nasıl olsa akşam yine bozulacak” diyerek sabah kalktıkları yatağı düzültmeyi sevmezler misal. İçlerine sinmez nasıl olsa tekrar bozulacak yatağı düzeltmek anlayacağınız…

Bundan ötürü de sorgulamak beyine alternatif bir düşünce uzvu olmuştur onlarda. İyice sorgulamadan aldıkları kararlar içlerine sinmez. Sorguladıkları şeylerin cevaplarına göre hareket ederler genelde. Bazen bu cevaplar önyargılarından oluşsa da genelde üzerinde düşünülüp araştırılmış cevaplar olur bunlar. Ondandır ki kolay inanmaz ve her şeye şüpheci yaklaşırlar.

Gözlem yapmayı alışkanlık edinip, tecrübelerine de güvendikleri için çoğu insanın aksine önyargılı olmayı doğal sayarlar. Hatta bazı zamanlar önyargıları ‘temel besin kaynakları’ olur. Ancak adalet takıntıları vardır ve herkesin önyargılarına güvenmezler. İş yargıya geldi mi kendi sağlamadıkları adaleti çoğu zaman beğenmeyecek kadar kibirli oldukları için ‘önyargıyı’ tehlikeli bir silah olarak görüp, sadece doğru kullanabilen kişilerde bulunması taraftarıdırlar. Başkalarının önyargıları içlerine sinmez.

Emin hissetmeden hiçbir şeyi denemek içlerine sinmez. Zor sarılan yaraları oldukları için güvensizlik de bacayı sarmıştır. Hatta bazen güvenlerini kazanmakla lotoyu kazanmak olasılık olarak eşdeğerdir.

Aksi ve çoğu zaman dengesiz tavırlar kaplamıştır ruhlarını. Kötü niyetlerinden değil ama yapmacıklığı sevmediklerindendir bu. Zaaf belli etmeyi sevmezler ve rol kesmek içlerine sinmez; aksi olurlar iyi olmadıkları zamanlarda. Malesef ki bazı zaman kırıcı sonuçlar çıkabilir bu huylarından. Dilleri yara bere içerisindedir.

Hayal kurmak gibi soyut şeylere alerjileri vardır. İnançları da kırıktır haliyle. Onarımı da zaman ve emek ister. Çoğunlukla huzur verecek aksiyonlara meğillidirler. Uzun vadeli ve hayalperest planlar içlerine sinmez.

Kelimeleri dışında neredeyse her şeyleri mütevazidir, çünkü en büyük dertleri bir türlü içlerine sindiremedikleri mazidir. Gurur ve kibir arasına bir çizgi çeker, bu çizgide ip atlarlar. Bazen gurura bazen de kibire basar ayakları. Kalıba girmeyi değil, kalıba sokmayı sevecek kadar da ukaladırlar.

Zor insandırlar bu türler. Çekilcek çileleri yoktur… Ancak bu zorluğu aşana geri dönüşleri büyük olur.

– Neden yaptım bu çözümlemeyi?

– Bilmem… Ama adına özeleştiri diyebiliriz.

– “Ne iğrenç adammışsın sen be” demeyin birçok iyi yönüm olduğu da söylenir :))

– Ayrıca bunca senedir dünyada olan benliğimiz hakkında 1 sayfacık bir özeleştirimiz olmayacak kadar kirlenmemiş olamayız bence…

(Bu arada hangi burç olduğumu doğru tahmin eden ilk kişi burçlara inanmadığım için beni utandırmış olacak iken, yanlış tahmin eden ilk kişi de burçlara neden inanılmaması gerektiğini kanıtlamış olacak) rolleyes emoticon

 

igne-cuvaldiz

Fon: Yonca Lodi – İçime Sinmiyor (ne sürpriz ama dimi eek emoticon)