Kahramanmaraş Depreminin Nedeni HAARP filan Değil!

Tamamen yüzeysel olarak anlatmaya çalışacağım, zira detaylar şu hengamede herkesi boğar. Zaten zibilyon kadar kaynağa internet üzerinden ulaşıp kafanızı karıştırabilirsiniz. Amacım HAARP nedirden ziyade, mevcut (ve daha önceki) her olaydan sonra ortaya atılan mesnetsiz iddiaları kendimce biraz çürütmek, biraz da “e tamam hadi varsayalım öyle” ile başlayan cümleler kurmak.

Nedir bu HAARP?

Amerika Birleşik Devletleri tarafından merkezi Alaska’da bulunan, yeryüzü katmanlarımızın belli seviyelerinde gerçekleşen atmosferik ve iyonosferik olayların gözlemi için inşa edilmiş bir istasyonda idare edilen bilimsel bir projenin kısaltılmış adıdır, resmi kaynakların kabul ederek açıkladığına göre.

Bilim mi, Komplo mu?

Bilim kanıtlara dayanır, komple ise kanıtlanamayana. Tabiki “kanıtlanamayan her şey yanlıştır” demek de yanlışın ağababasıdır. Zira en klasik örnekle, bugün taptığımız bilim bir zamanlar dünyanın düz olduğunu da iddia etmişti. Hatta bugün bırakın devletleri, şahısların bile satın alabildiği “insansız hava araçları” bundan 20-30 yıl önce bir komple teorisiydi. Demem o ki, gelişmeler oldukça, değişiklikler olacaktır. Bu çok normal.

Bilim Ne Diyor?

Gel gelelim; eldeki bilimsel veri bu resmi makamların açıklamalarına dayandığı için bilim insanlarının çoğu bu veri üzerinden bu tür komplo teorilerini reddetmektedir. Hatta çoğu bilim adamı bu konudaki komplo teorilerinin büyük kısmını ezikleyip, cahilce bulmaktadır; çünkü, onlara göre yeryüzünde insanoğlunun bu denli büyük depremler yaratabileceği bir teknoloji ve güç henüz oluşmamıştır.

Depremin suni olarak yapılabilineceğini söyleyen bilim insanları bile, yapay olarak körüklenebilecek bir depremin şiddetinin bu denli büyük olamayacağı yönünde. 

Komplocular Ne Diyor?

Gelelim komplo kısmına. Teori der ki; öcü ABD yıllardır bu ve benzeri istasyonlarda çeşitli iklim koşulları ve doğa olayları üzerindeki kontrolü sağlamayı amaçlayan deneysel projeler yapmaktadır. Hatta zihin kontrolü gibi birçok karanlık çalışma da bu projeye (HAARP) dahildir. Fakat bunu açıklamak dünyanın aklı başında her toplum ve devletinde müthiş bir endişe ve infial yaratacağı için bu çalışmaları “çok gizli (top secret)” derecesinde sürdürmektedirler. Çünkü bu tür bir şey açığa çıkar ise amazonda yaşayan kabileler bile ayaklanır ve okyanusu koşarak geçip ABD’yi döverler!

Düşünün ki Almanya’nın bile kıskandığı güzel ülkemiz neler neler yapar!?

Bilim insanı mı, komplo eorisyeni mi olmak daha zor?

Şimdi, bilim adamı olmanın şartlarını ortalama bir zihne sahip herkes kestirebilir. Yıllarca oku, araştır, gözlemle, deneyle ve teze dök. Akademi dünyası seni kabul ettiğinde ise, sana seviyeli olarak artan çeşitli ünvanlar versin. Sonra da sen “bilim adamı” olmuş ol ve sözün toplumda (en azından eğitimli toplumlarda) kabul görsün!

Ancak komplo teorisyeni olmanın şartları bu kadar keskin niteliklere sahip değildir. Delinin kuyuya attığı taşı kovalayıp, gerekirse o kuyuyu taşla dolduran insanlar genelde komplo teorisyeni olarak adlandırılır. Ülkede “jelibon rezervi” çıktığı gibi sıradışı(!) bir iddiaya inanıp da bunu etrafa yaymaya çalışan üstün yetenekli devlet adamları bile bu kategoriye girebilir bazen. Ortam müsait olsa müthiş geyikle devam ederdim, ancak ülkemizin hali malum. Burada bırakıyorum ŞİMDİLİK!

Tabi olaya biraz sarkastik yaklaşmış olmam komplo teorisyenlerinin her konuda tamamen yanıldığına veya uydurduklarına inandığım anlamına gelmiyor. Şu an için ele aldığım konu HAARP olduğu için, “bu konu hakkındaki elde olmayan verilere göre yapılan yorumlara nasıl yaklaşabiliriz” kısmına odaklıyım. Bir-iki soru ile olaya yaklaşalım.

İlk Soru: 

Diyelim ki ABD böyle bir güce sahip. Varsayalım ki ABD’nin istediği yerde HAARP kullanarak böyle büyük depremler yaratabiliyor: Acaba bizim güzel ülkemiz ABD’nin bu kadar maliyetli bir projeyi kullanmasına değecek nitelikte mi? 

Ülkemizi küçümsediğim gibi bir kanıya ulaştıysanız, derhal çıkın oradan! Maliyet açısından bahsediyorum…

Etrafınıza bir bakın: Giyilen kıyafetlerin, kullandığımız teknolojik aletlerin, tükettiğimiz gıdaların kaynakları genel olarak nereden geliyor? Veya şu şekilde sorayım: Hayatımızı idame etmek için harcadığımız paraların büyük çoğunluğu hangi sermaye kesimine katkı yapıyor?

Yani, ABD finansal açıdan sadece bizim değil, birçok gelişmiş ülkenin bile ticari olarak içinden geçebilecek bir sermayeyi yönetiyorken ve güzel ülkemin tüm ekonomik pazarının tam ortasına bayrak dikmişken; niçin ama niçin bu denli maliyetli bir projeyi kullanarak bize zarar vermeyi seçsin? Hem de sonuçlarını asla önceden belirleyemeyeceği bir zarar… Ya da çıkarı ne olabilir? Zira ABD hakkında yeryüzünde tek bir gerçek varsa, o da çıkarsız hiçbir şey yapmayacağıdır!

Yahut şöyle düşünebiliriz: Ampul kullanarak, görüş sağlayabildiğimiz bir odada kim neden dev projektörler kullanarak aynı sonuca 40 kat daha fazla maliyetle ulaşsın?

Yahu bu ülke değil mi bir tane kıçıkırık rahibi teslim etmemek konusunda bir süre inat ettik diye doları rulo yapıp gözümüze(!) sokan?! 

Veya kendi kontrollerindeki fetöcüleri bürokrasiden attık diye ekonomimizin orta yerine ‘sıçan’ bırakan da bu ülke değil mi? 

Hem de neredeyse sıfır maliyetle. Sadece iç pazarımızdaki sermayesini kullanıp ”enflasyon” denilen yapay bir olguyu coşturarak…Ne gerek var şimdi tutup da milyonlarca kilovat elektrik harcayıp (en basit tabirle) da sonucunu tam olarak kimsenin kestiremeyeceği bir deprem yaratsın?

Sadece bir soru bu tabi…

İkinci Soru:

Yahu, ABD ki Monica Lewinsky diye bir skandalı bile gizli tutamadı oral, pardon oval ofiste… Wikileaks idi Snowden olayı idi irili ufaklı birçok ifşa skandalı çıktı bugüne kadar ortaya. ABD’nin dönem başkanlarının, bürokratlarının ve birçok tanınmış kişinin neredeyse donunun markasına kadar sızdı dışarıya. ABD’nin bu denli müthiş bir gücü olsa, 21. Yüzyılda gizli kalabilir miydi?

Bu da sadece başka bir soru…

Eminim herkes bu tür soruları türetebilir konun lehinde veya aleyhinde. Tabi herkesin sonucu kendine. 

Benim İnanç Seçimim:

Ben, Amerika’nın bu denli şiddette depremleri ard arda yaratacak kadar bilimsel gücü olduğuna inanmak yerine; bizim depremi önceden tahmin edebilecek bilgi/birikime sahip Prof. Dr. Naci Görür gibi bilim insanlarımızın ve bu tehlikeyi aylar öncesinden “gerçek beka sorunu” olarak meydanlarda lanse edip, çareler üretilmesi gerektiğine işaret edecek kadar öngörü sahibi olan Muharrem İnce gibi siyasimizin (“ler” ekini kullanmayı çok isterdim ama maalesef başka tek siyasinin tek cümlesine rastlamadım) olduğu halde bunları görmezlikten görerek bu sonuca yol açan yöneticilerimizin olduğuna inanmayı seçiyorum! 

Hürmetler,

Görsel Kaynak:

KTOO Web Sitesi

Deprem Felaketi

Türkiye Cumhuriyeti tarihindeki sonuçları en büyük tarihi doğal afetti. En azından 13 yaşındaki ben için öyleydi. Depremin ne olduğunu sadece coğrafya kitaplarında bizlere ezberletilen tanımlardan biraz biliyorduk. Sosyal medya yoktu. YouTube gibi arama motoruna “deprem” yazıp karşımıza çıkan binlerce görüntüden izleyerek öğrenip, aklımıza kazıyacağımız bir imkanımız da yoktu. Kitaplarda 1-2 cümle ile anlatılır, belki sınavda çıkar diye ezberlerdiniz. Aklınızda canlandıramadan. Hepsi bu.

Sadece çocuklar için değil, daha bir çok yetişkin bile deprem denildiğinde aklında bir şey canlandıramıyordu. Çünkü hiç yaşamamıştı çoğu. E hiç görmediğin bir şeyi sana anlattıklarında kafanda nasıl canlandırabiliyorsan, o kadar biliyorlardı doğal olarak. Sallantılı bir süreçten ibaret. Yıkım akıllara gelmiyordu bile belki. 

Çok sonraları öğrendiğime göre 1939 Erzincan depreminden beri böyle bir deprem görülmemişti. Erzincan depreminin de sanırım hala TRT kayıtları dışında bir görüntüsü, kaydı yok. E sosyal medya yok, YouTube yok. TRT keyfi gelir de milyonda bir kez TV’de yayımlarsa (ki bildiğim kadarıyla hiç yayımlanmadı) halk tarafından belki görülmüştür göz ucuyla o görüntüler. O yüzden 50-60 yaşında olmayanlar dışında birçok kişi depremin neye benzediğini bilmiyordu. 

Derken, 17 Ağustos 1999, saat gece 3.02’de herkes hiç bilmediği bir şeyi, hiç bilmeden yaşadı. Algı öyle bir şeydir ki önce bilmeniz gerekir. Yoksa o girdiğiniz “şok” denilen an tarif edilemez. 

Markette kasa sırası bekliyorsunuz. Çok sıkılmışsınız. Kafanızda binbir şey var. Kendinizce olduğunuz yerde devinim halinde kafanızdaki şeyleri düşünüyorsunuz. Gayri ihtiyari arkaya dönüyorsunuz ve güm! Birisi döndüğünüz saniyede sopayı tüm gücüyle suratınıza geçiriyor. 

O kavgadan kurtulma şansınız yok. Geldiğini gördüğünüz bir tehlikenin algı şoku, siz kurtulacak refleksi gösteremeseniz bile çok daha kolay atlatılır. Boksörün yumruk yemesi gibi. Ama hiç bilmediğiniz bir şeyin algısının şoku tarif edilemez. 

Ondandır ki ilk kez savaş görmüş bir sivilin yakınında patlayan bir bombaya verdiği tepki, daha önce patlayan bir bomba hadisesi yaşamış birine göre çok daha kötüdür. Paniktir. Anlayamaz ne olduğunu. Aklın tahmin gücü tutulur. Seçenek üretemezsin beyninde o kısacık anda. “Noluyor lan” diye bir laf vardır ya. İşte o laf kesinlikle buna benzer bir anda türemiştir bence…

O anı yaşayan tanıdığınız varsa, sorun o an ilk olarak ne hissettiğini. Kıyamet koptu sandım diyecektir. Gölcük muhafazakar küçük bir ilçe. Kimse göktaşı düşünmemiştir emin olun. Kıyamet akla ilk gelen seçenektir.

Yıkım süreci uzun ve keyifsiz bir konu, çok girmeyeceğim. Bugünlerde zaten haddinden fazla girmek zorundayız o konuya ne yazık ki. Değinmek istediğim asıl konu yıkımdan sonraki süreç.

Einstein “İzafiyet Teorisi” demiş. Yani zamanın göreceliliği. 

Kıyamet kopmadığını, hala hayatta olduğunu anladığın o saniyeden sonrası… Heryer kapkaranlık ve toz bulutu. Nefes almak çok ama çok zor. Saat kadranıyla yaklaşık 1 dakika sürmüştü o süreç. Ama algında öyle değildir. Sanki 10 dakika savrulmuşsundur. Derken şanslıysan, ayaktasındır ve yıkıntıdan kurtulmuşsundur. 

Eğer varsa yanındakileri bulduktan sonra, zaten ülkede yeni yeni kullanılmaya başlayan cep telefonuna ulaşabildiysen, hemen yanında olmayanlarla iletişim denersin. Ama hatlar çökmüştür. Hiçbir hat ama hiçbir hat çalışmaz. Zorlar zorlar belki acil hatlarını düşürürsün.

Yardıma ihtiyacın vardır. Birileri lazımdır; çünkü artık etrafındaki durumu anlamışsındır. Bir felaketin ortasındasındır… Akabinde, yaralıların ve panik halinde kurtulanların çığlıklarından algın tekrar kapanır. Bu durum koro gibi bir şeydir arkadaşlar. Anlatması mümkün değil. Sanki herkes aynı anda şoka girip, birden o şoktan çıkar ve o sessizlik aniden aşırı sesliliğe dönüşür. Aklını yitirirsin, öyle bir şey… “oğlum”, “kızım”, “annem”, “babam” çığlıklarının bir anda beynine girmesi nasıl bir şeydir; çoğu kişi tahayyül bile edemez, emin olun…

Aklın biraz kendine geldiğinde yardım ihtiyacın tekrar seni dürter. Devlet olması şart değildir. Bir el yeter. O an sana şeytan gelip elini uzatsa bile bile, isteye isteye o eli sımsıkı tutarsın. 

Sonra algın biraz daha kendine geldikçe o yardım elinin devletten gelmesi gerektiğini düşünürsün. Öyle ya; çok büyük bir felaket yaşıyorsundur ve çok büyük felaketler ile sadece çok büyük güçler baş edebilir. E yaradana telefon açmak işe yaramayacağına göre, bildiğin bir sonraki en büyük güce, yani devlete telefon açarsın: “Kurtarın” dersin, “yardım edin” dersin. Ve gerekli bilgileri verip, telefonu kapatırsın. İşte Einstein’ın izafiyet teorisi orada başlar. 

Devlet senin ve senin gibi belki binlercesinin kaydını almıştır. Almıştır almasına da, devlet de bilmiyordur neyi nasıl yapacağını. Ama sen öyle düşünmezsin. Devlet her zaman, her şeye hazır olandır senin aklında! O yüzden birazcık da olsa içine bir rahatlık gelir. Zaten dikkat edin, her zaman etrafındakileri telkin etmeye ilk o telefonu açan kişi başlar! “Yardım çağrıldı, sakin olun hemen kurtulacağız!”

Devletin durumu idrak etmesi, planlaması ve eyleme geçmesi. İşte bu sürece bürokrasi denir. Normalde bombok bir şeydir bürokrasi. İşleri uzatır da uzatır. Ancak acil durumlarda bürokrasi devlet refleksini o kadar hızlandırır ki… Çünkü tek bir kişinin, veya küçük bir grubun o hiç bilmediği, beklemediği durum karşısında kısacık ve limitli zamanda idrak-plan-eylem adımlarını atması ve gerekli talimatları yayması ile, bir çok grubun inisiyatif alarak refleks gösterme süresi kı-yas-la-na-maz. Zaten devlet dediğin şey öyle küçük bir grupla yönetilebilseydi valilikler, belediyeler olmazdı… Bunların var oluş nedeni bu! 

Tabi bunlar senin o sırada düşünebileceğin şeyler değildir. Sen acil durum numarasını arayıp, gerekli bilgiyi vermişsindir. Tik-tok, başlar saat o an. Devletin, o hazırlığı yapıp yerine ulaştırana kadar geçirdiği bürokratik süreç belki 1 saat, belki 10 saat sürer. Ancak o vakit sana x100 olarak gelir. İşte zamanın göreceliliği budur.

Demem o ki; şu an 40 saati aştık ve hala ulaşılamayan bölgeler var. Senin benim saatimize göre bu. O felaketi yaşayanlar için o 40 saat olur 140 saat… Bir de eksi derecelerdeki dondurucu soğuklar eklenir, olur sana 1040 saat!

Organize olunamadığı çok açık olduğu halde saçma sapan ahkam kesen demeçler geliyor yetkililerden. Biri çıkıyor ortada yüzlerce kimsesiz, çaresiz insan videoları varken diyor heryere girdik; diğeri, millet aç-susuz beklerken diyor burada tek sorun yalan haber. Gerçi kimsenin böyle bir şey aramaması lazım ama; zaten canıyla cebelleşen vatandaşlara pis pis sırıtan vali mi ararsın, o da var! 

Öbür tarafa bakıyorsun, 1-2 münferit yağma oldu diye doğal felaketin içine sadece savaşlarda kullanılması gereken silahı karıştırmayı öneren var. İlk basın toplantısında bağlı olduğu grubun ne gibi bir çaba içinde olduğunu, nasıl katkı yapabileceğimizi anlatacağı yerde “sayın genel başkanım şunu dedi, sayın genel başkanım bunu yaptı, sayın genel başkanım şunu buraya, bunu şuraya gönderdi!” diye bir şeyler geveliyor sanki seçim propogandası lazımmış gibi…

1999 depreminde bir Kızılay vardı ki size anlatamam. Her yere yetişti. Bir asker vardı ki taşları elleriyle kaldırıp insanlar kurtardı hemde hiç beklemeden! Sanki kendileri de aynı depremden çıkmamış gibi, Gölcük’ü kendi askeri kurtardı diyebilirim… Bırak dış ülkeleri; dış il ve ilçelerden bile yardım beklemeden önce giriştiler enkazlara. Konuyu kendime getirmek gibi olmasın ama ben ve ailem de hayatımı onlara borçluyum diyebilirim.

Normalde kendi içinde bir türlü birleşememiş, daha yeni yeni başa geçmiş bir koalisyon hükümeti vardı; başında rahmetli Bülent Ecevit… Açın bakın arşivlere. O vakte kadar kendi arasında sürekli didişen koalisyon 17 Ağustos’ta tam bir vücuttu! Benim partim şunu yapıyor, parti başkanım şöyle yakışıklı vs yoktu.

Devlet çıktı takır takır o hiç hazır olmadığı durumdan kendini kurtardı. Belki kar-kış yoktu ama yolumuz da yoktu. Bilen bilir Gölcük, İzmit ve Bursa arasında kalan 3 şerit gidiş, 3 şerit de dönüş yolu (yer yer 2+2) olan bir bağlantı ilçesiydi. Yani İzmit’ten veya İstanbul’dan Bursa’ya gitmek için başka yol yoktu. Ve o yolun bir kısmı asfalt çökmesinden, kalan kısmı da yıkılan yol kenarı binalarının çökmesinden tıkanmıştı. E bir şehirden diğerine gitmek isteyenlerin yolu tıkaması da cabası! Ama halloldu yani. Bir şekilde asker, Kızılay, AKUT (daha çömez yılları bile olsa) vs herkes bir oldu ve halletti. Zaten zamanla bir ton sivil toplum kuruluşları da el attı duruma. Bu kadar çeşitlilik bir şekilde organize oldu. Hiç sorunsuz diyemem tabiki ama etkisi ortadaydı yani…

Şimdi ne olduysa herkes birbirine bok atmak peşinde. Haber kanallarını tek tek 10’ar dakika izleyin. Ama sabırla her birinde 10 dakika geçirin en az. Muhalifseniz de iktidarsanız da izleyin diğer tarafın kanallarını 10’ar dakika. Akıl alacak gibi değil aradaki fark! Sosyal medya desen of of of… Yağdır mevlam su. Birbirine tüküren tükürene. Hani Twitter’da paralı bir tükürme ikonu olsa, millet birbirine daha şirin tükürmek için para ile satın alır, o derece (Elon Musk’un aklına karpuz kabuğu sokmak gibi olmasın ama)…

Her kaos birkaç yiğit doğuruyor tabi. Haluk Levent gibi, Oğuzhan Uğur gibi insanlar da var çok şükür. Sıcak evlerinde zengin hayatlar sürerek ona buna sallayacaklarına var güçleriyle uğraşıyorlar ekipleriyle birlikte. Ama çok az sayıları. Derler ya bir elin parmağını geçmez diye. O misal…

Halbuki devletin yanı sıra ülkede bu kadar güç var. Siyasi partiden geçilmiyor ortalık. 6’lı 7’li çipetpet gibi masalarımız var. Koskoca TSK var! 1999’da elde olanın belki 100 katı sivil toplum örgütlerimiz var, hem de çok daha güçlüler. Yüzlerce güçlü şirketlerimiz var. Kendine ait uçakları, helikopterleri, planörleri olacak kadar güçlü iş adamlarımız yok mu yahu bizim magazinlerde gördüğümüz? 

Bu seferki eski depremler gibi 1-2 il etkilemedi ki! En az 10 il yıkıldı yahu yıkıldı. Suriye bile çöktü! 900 atom bombası gücünde diyorsun, dünyanın en büyük felaketlerinden diyorsun… E dünyayı tek başına bizim devlet mi kurtaracak? 

Hadi hiç geçmişten ders alınmadı, hadi eskisinden kötü durumdayız… 10 il var en kötü şekilde etkilenen. 2-3 tanesi çok ağır. Topla parti liderlerini ve güçlü sivil toplum kuruluşlarının başkanlarını (toplamana gerek bile yok, video konferans bile yeter). Her birini tüm gücüyle ayrı bölgelere sevket. İnsan gücünü zaten partiler, STK’lar ve halk halleder. Sen gelen kaynakları bölüştür yeter… 

Muharrem İnce, Tanju Özcan, Barış Atay, Ümit Özdağ, Haluk Levent, Oğuzhan Uğur ve ekipleri kaç saatte girdiler o bölgelere? Hem de yardımlarını toplamış şekilde. Ama noldu? Çoğu (tenzih tercihlerimi yukarıda belirtmiştim) sadece etraftaki görüntüleri yayımladılar, propoganda yaptılar. Devlet imkanları onlarla bölüşse propogandaya vakit kalmayacak, iş yapmak zorunda kalacaklardı. Belki 2-3 saat daha geç gireceklerdi ama derhal iş görmeye başlayacaklardı. Enkaz başında yayın yapacaklarına enkaza müdahale edeceklerdi… 

Devlet de olsan böyle bir felakette yalnız yetemezsin! 

Ya 4. seviye alarm verip dış ülkeleri çağırdık ama kendi STK’larımızı ve örgütlü diğer güçlerimizin emrine birkaç iş makinesi, birkaç operatör, doktor vs veremedik! Bu nasıl bir mantıktır? Bu nasıl bir siyasi hırs, aklım almıyor!

Velhasıl kelam geç toparlıyoruz, umarım güç olmaz. Çok uzattığımın farkındayım ancak inanın içim içimi yiyor! Aslında daha o kadar çok şey var ki, okunacağını bilsem kitap yazarım sadece bu geçen 2 gün için! 

1999’u 13 yaşımda yaşadım. Şartlar kıyaslandığında 1999’da bu ülkede ilk çağ vardı. Şimdi bu kadar bolluğun içinde bu yokluğun yaşandığını görmek, gelişme göstermeyi bırakın geriye gidişi görmek kanıma dokunuyor… 

Hepimizin başı sağolsun. 

Görsele ait kaynak:

Hamzeh Hajjaj

Nasılsın

 

“Hatırlar mısın?” ile başlayan klişe karalamalar gibi olmasın ama;

Hatırlar mısın, ben gömleğimin kollarını hep biçimsiz kıvırırdım,

Sen ise düzeltmekten bıkmış bir tavırla el atardın duruma…

En küs halimizle bile göz göze gelirdik işte o an,

Ve sen dayanamaz öperdin!

 

İşte o günlerin hatrına nasılsın diye sormak isterdim sana aslında…

Yalan yok, bu konuda tamamen bencilim!

Dilerdim ki bana cevabının içindeki “senden sonra” geçen tüm cümlelerinin sonu,

“bulamadım” ile bitsin…

 

Ama bilirim öyle olmayacaktı.

Sen sonu hep “tım” ile biten eylemlerinden bahsedecektin!

Unuttum, atlattım, buldum, gezdim, eğlendim…

Bilmeyecektin ki sen o di’li geçmişlerinden şimdiki zamanlara nispet yaparken,

Ben hala içi geçmiş hayatıma gelecek zaman ekleri arıyor olacaktım.

 

Demem o ki;

Bundandır seni görmezden gelmem, yanlış anlama sakın…

Yoksa arkamı bile görürüm ben yürürken bilirsin…

O ben ki;

Bir sen daha göremedi yerin dibine batası zaman içerisinde…

Yerine ne görmeye kalktıysa,

Yerin dibini gördü!

 

Pişmanlık konusunda çok duru içim aslında;

Ama seni gördüğünü söyleyen gözlerim yalancı tanık koltuğunda,

Sinyali alan beynim ise tam çarprazında savcı olmuşken,

Burnumun ucuna dikilmiş olan jandarmalar

Çeneme dizilen seyircilerle arama dudaklarımdan sınır çekmişken…

Bedenim…

Senden sonra işlediği birçok suçtan ötürü sanık kürsüsünde!

 

Bundan dolayıdır ki benden selam bekleme artık;

İçimdeki ‘dev’ sıfatlı gururum hala tanık koruma kanunu kapsamında,

Sanığı mı özgür bıraksa, tanık olup yeni bir hayat mı kursa arasında gidip gelir…

 

Zaman aşımı söz konusu olmayan bu davada;

Mahkeme günü bile belirsizken…

 

Selam mı verseydim bu halde?

Nasılsın mı deseydim?

Kusura bakma be canım,

Ben o sırada;

‘Nasıl bilirdiniz’ denmesini tercih ederdim!

 

 

Müzik: Gripin – Nasılım Biliyor musun?

Kayıp

Dilin ucuna gelmişken;

Kelimeler kayıp!

 

Acaba mı derken;

Silüeti kayıp!

 

Unutulamayanın;

Anıları kayıp!

 

Düşüncelerin;

Faydası kayıp!

 

Kıpraşan heveslerin;

Heyecanı kayıp!

 

Kurulan hayallerin;

Bulutları kayıp!

 

Zamanın içinde;

Anlar kayıp!

 

Hatrı sayılanın;

Telvesi kayıp!

 

Yarınlar desen;

Bugünü kayıp!

 

Keşkelerin;

Tesellisi kayıp!

 

Yola koyulacak olsan;

Yönler kayıp!

 

Uykuda;

Rüyalar kayıp!

 

Hatanı kabul etsen;

Telafisi kayıp!

 

Kayıplar satırlarda bu kadar kolay bulunabildiğinde ise,

Satırların sahibi kayıp!

 

Müzik: Fikret Kızılok – Bir Harmanım Bu Akşam

Rahatiye: Sezon 2 Bölüm 1

 

Reçel: Ne güzel birşeysin sen vişne reçeli! Tatlı desem değilsin, ekşi desem değil. Güzelsin işte. Diğer reçeller hiç senin gibi değil!

Vişne Reçeli

Metro vs İzban: Metro’dan İzban’a aktarma yapmak… Bu ülkede yaşayan herkesin en az bir kere tatması gereken bir duygu. Zaten olay bir kereden sonra sosyolojik bir gözlem boyutu kazanıyor.

Bulana Gofret Var: Tüm diş hekimlerinin önermediği ve 1 numara olmayan bir diş macunu arıyorum.

Olasılık Problemi: Evden çıkarken radyoda denk geldiğin bir şarkıyı eve dönerken yine radyoda ve bıraktığın bölümünde bulmakla süper lotonun bana çıkma ihtimali arasındaki fark nedir?

Gideri Olan Evlat: Annemle bir arkadaşı arasında geçen bir diyaloğun ufak bir bölümüne denk geldim. Annem beni göstererek arkadaşına “ne tipsiz evlatlar var, benimkinin yine gideri var” diyerek tahtaya vurdu. Evet öz be öz annem oğlunun gideri olduğunu söyledi. Bu yaştan sonra bu sendromu kaldırabilir miyim emin değilim.

TarhanaTarhana: Kış gelmiyor yanılıyorsunuz. Tarhana çorbası mevsimi geliyor. Dünyanın en moral veren çorbasıdır tarhana. Ah tarhana ah! Tencerene kafamı sokasım var!

Sanki: Öyle anlar yaşıyorum ki ben akustik müzik severken etrafımdaki herkes tekno müzik çalıyor! Sanki herkes bir filmden çok etkilenmişken ben başka bir filmi izliyormuşum gibi durumlara maruz kalıyorum!

Bakış Açısı: Kibriti olup ateş yakamayanın aklından, aklı olup da ateşi söndürmeyenin fikrinden şüphe ederim.ATM

ATM: Bankamatikten para çekerken o makinenin paradan önce kartı vermesi kadar hüzün verici bir durum yok şu fani dünyada. “sen açgözlüsün, gözlerin parayı görünce başka bir şey görmeyeceği için bu kartı burada mal gibi unutacaksın! Kuşbeyinli insan!” manasına gelir o…

Kül Yutmaz: Hababam Sınıfı’ndaki “Kül Yutmaz” hocanın pantalonunun yırtıldığı sahnede ayağında renkli dövme olduğunu farketmiş miydiniz? Etmediyseniz edin. Sonrasında gözünüzde bir rockstar gibi görünecek o garip hoca…

Rahmetli: Adile Naşit’in hiç kötü rolde oynadığı bir filmini görmedim. Nasıl bir tatlı kadınmışsa artık, aklımda hiç şirret bir suratla canlandıramıyorum onu.

Sözün Özü: “İki ihtimal var. Ya evrende yalnızız ya da değiliz. İkisi de eşit derecede korkunç.” Arthur C. Clark.

külyutmaz

Hürmetler,

 

Müzük: Fred Astaire – Puttin’ On The Ritz (Club des Belugas Remix)

Döngü

Anımsamak anılara bağlıyken,

Tam anımsayamadığım anılar kol geziyor zihnimde…

 

Hiç kimseye değilse de anıların varlığına vefalı olmalıyken insan.

Anılar beni affetsin;

Ben artık hiçbirşeyi tam hatırlamıyorum!

 

Sonbahar mahmurluğu var havada;

Sanki yeni bir hayat mümkünmüş gibi…

Avuntular merkezi olmuş tatminiyetsizliklerin;

Söze pek gerek yok, düşünce okunamazken…

 

Düşkün bir döngünün,

Uslanmaz tekrarcısı olmuşuz artık…

Hislere giden yollar kardan kapanmış,

Gönüller tatildeyken;

Gökyüzünde alaycı bulutlar kol gezer olmuş!

 

 

NOT: Buraları ihmal ettiğim için üzgünüm. Uzun süredir yoktum. Kış çocuğuyum. Artık döndüm. Takipteyim hadi yazın.

 

Müzik: Paolo Nutini – No Other Way

İnsan!

Hayal kırıklığı,

Çünkü insan var.

 

Heves kırıklığı,

Cünkü insan var.

 

Düşkünlük,

Çünkü insan var.

 

Nefret,

Çünkü insan var.

 

Şikayet,

Çünkü insan var.

 

Saygısızlık,

Çünkü insan var.

 

Dehşet,

Çünkü insan var.

 

İhanet,

Çünkü insan var.

 

Küstahlık,

Çünkü insan var.

 

Yalan,

Çünkü insan var.

 

Teselli,

Çünkü insan var.

 

Önyargı,

Çünkü insan var.

 

Türetebilirsiniz, atış serbest…

Hayatım boyunca hiç sevmediğim matematik önüme çıkıyor hep. Toplasan, bölsen, çarpsan, çıkarsan hiç fayda etmiyor. Sonuç ve özne hep insan konu nefrete gelince… Problemin ve çözümün ortak paydada buluştuğu yegane şey: İnsan…

İnsan sevmeyip hayvan sevenden korkmayın arkadaşlar. İnsana alternatif bulmak da insanın işi…

 

O insan ki aldatır…

O insan ki hak yer…

O insan ki hayal kırar…

O insan ki heves kırar…

O insan ki yalancıdır…

O insan ki yapmacıktır…

 

Müzik: The Last Shadow Puppets – My Mistakes Were Made For You

 

Ama Bilmiyordun

 

Her şarkına karşılık bir şarkım vardı…

Şaşırıyordun ama bilmiyordun;

Benim sana birikmiş şarkılarım var!

 

Her lafına verdiğim bir cevap vardı…

Gülümsüyordun ama bilmiyordun;

Benim sana birikmiş cümlelerim var!

 

Her gülüşüne uydurduğum bir mısram vardı…

Şımarıyordun ama bilmiyordun;

Benim sana birikmiş şiirlerim var!

 

Her gelişine bir kabulleniş buluyordum…

Yadırgıyordun ama bilmiyordun;

Benim sadece sana açılan kapılarım var!

 

Her anımıza yazdığım bir hikayem vardı…

Hatırlıyordun ama bilmiyordun;

Benim sana adanmış bir hafızam var!

 

Her hatana uydurduğum bir kılıf vardı…

İnanıyordun ama bilmiyordun;

Benim seni affedesim var!

 

Müzik: Muse – Unintended

Gereksiz Geyikler Serisi – Neden Adam Olamadım

Bir blog yazısına yaptığım yoruma yazardan aldığım “eğitim sistemi” içerikli yanıttan sonra “neden adam olamadığıma” bir bahane daha buldum. Yine istedim ki sayısı her geçen gün artarken katılımcısı her geçen gün azalan sevgili takipdaşlarıma bu konu hakkında birşeyler karalayıp, kaktırayım!

Artık içimde ‘emekli maaşı kuyruğunda bekleyen bir adam’ beliriyor eğitim sistemi denilince…

uzaktan_egitimTEOG meog bilmem ben!

Benim zamanımda Anadolu Lisesi sınavları vardı. Bir de ÖSS. İkisinin de ne anlamını, ne de faydalarını hiçbir zaman anlayamadım.

Kimse beni önceden uyarmadığı için Anadolu Lisesi sınavınlarını bilerek kazanmadım. Sandım ki oraya girmezsem Avrupa’lı oluyorum!

Meğer ‘düz liseye’ postalıyorlarmış.

Düz lise de ismen pek ilgimi çekmemişti açıkçası. Çok sıradan bir kere… Ne o öyle ‘düz lise’!

Monica Lewinsky skandalının neslinden olduğum için hep oral şeyler, pardon “oval” şeyler ilgimi çekti. Ama gelgelelim ‘oval ofis’ gibi bir ‘oval lise’ bulamadım kendime.

Ondan dolayı da lisede hep başarısız bir öğrenci oldum. Zira benim zamanımda başarıyı ölçen araçlar benim işime hiç gelmedi!

ogrenci_hakaret_ogretmenLisede annemden saklamak için milyon tane çakallık yapmama rağmen yine de bir şekilde haberini almış olduğu bir “veli toplantısı” esnasında sınıf öğretmenim ‘ara karnemi’ annemin önüne atıp “bu çocuk adam olmaz” demiş. Sonra da gazı kaçmasın diye annemin kapağını kapatıp eve yollamış.

O gazla eve gelen annemin avcunun içi ile konu hakkında çok kısa süren medeni bir konuşma yaptık. Annem de oradaydı, iyi hatırlıyorum…

O kadar utandım ki ‘sömestr’ tatilimi (sömestr da ne ise artık!) ders çalışıp notlarımı düzeltmek için çabalayarak geçirmeye karar verdim!

Elime ilk tarih kitabı geldi. Karneme baktığımda tarih notumun da ‘1’ olduğunu gördüm. Hazır zayıf olduğum ders kitabı elime geçmişken okuyup, bilgileneyim ve sınavlarımı başarılı bir şekilde vereyim istedim.

Ama daha ilk ünitede bilmem kaçıncı Ferdinand’ın bilmem ne savaşında hançerle yaralandıktan sonra yürüyerek Osmanlı’ya sığındığını okuyunca, o dakikada kitabı kapatıp kendimi emekliye ayırdım.

img_0937Her genç insan gibi bu bilgilerin acaba ‘ileride ne işime yarayacağını’ sorgulama yoluna başvurarak kitabın olduğu ortamdan uzaklaştım.

İşte o bilgilerle eğitilip de benim aksime “adam olabilen” kişiler tarafından televizyon dizilerinde başrol oyuncularına bir sezon içerisinde ortalama 79 kurşun yemesine rağmen hayatta kalabilen kahramanlar yarattığına da şahit oldum. Öyle ya bugün bir Tolat Alimdarın bilmem kaçıncı Ferdinand’tan ne eksiği olabilirdi ki…

Velasıl kelam, kulakları çınlasın lisedeki sınıf öğretmenim haklı çıktı.  Ben adam olamadım.

Halbuki aynı eğitim sisteminde ilkokuldaki sınıf öğretmenim bana ‘dahi’ teşhisi koymuş ve annemin kapağını kapatıp üzerine iyi de bir çalkalayarak üzerime salmıştı. İlkokul öğretmenim yanıldı.

1576_5Annem mi? Annem iyi… Ergenlikten orta yaşa terfi ettiğimden beri annemin kapağını arada yavaşça gevşetip gazını alıyorum. Her ne kadar böyle yaparak ‘ozon tabakasına’ büyük hasarlar vermiş olsam da, annemin beklentilerini kısıtlamanın başka yolunu göremiyorum.

Bu vakte kadar adam olamadım, hep “beygir kafalı” oldum. Böyle saçma sapan bir dünyada da bu saatten sonra adam olabileceğimi hiç sanmıyorum…

 

Hürmetler,

Müzük: Waldeck – Make My Day

Rahatiye: Sezon 1 Bölüm 3

Elektriksel: ‘Elektro gitar’ deyince pek bi havalı olur da, ‘elektro ev aletleri’ desen kimse yüzüne bakmaz… Elektrik böyle birşeymiş demek ki…

Değişim: Hiçbirşey için değilse bile gelişmek için değişmeliyiz…

Düz mantık: Her yıl 1 milyon kişinin yılanlar tarafından ısırıldığı Hindistan aya uydu yolladı, biz de tık yok… Ne yapmalı, etrafa yılan mı salmalı bu ülkede bilemedim!

bahçe

Ah ah!: “Biz küçükken bahçelerden meyva araklardık” gibi hikayelerimiz bittiği için masumiyetini kaybetti bu toplum.

Olursa: Olana kadar, olan ise olduğu kadar…

Gururlu atanın sözü: Çükünü kes, yine de kasaba minnet etme!

Replik: Eskileri hatırlıyorum, yenileri unuturken.” Öldürsen daha iyiydi be Yılmaz abi! (Ekşi Elmalar)

Nemfoman: Havadaki nemden bile tahrik olabilen hatun modeli.

Küreselleşme: Ekonomik, sosyal, siyasal ve kültürel özentilik. Bknz: ‘Bilmem nerede balığı çiğ yiyollarmış, hadi bizde yapalım’.

sıla

The Sıla: Kıçını başını göstermeden de seksi olunabilineceğini kanıtlayan hatun. O kara gazoz reklamına hiç girmesen iyiydi ama neyse hatalarınla aşığım sana kız, zilli!

Deniz teoremi: Denize bakmak ilham verir + Denize dalmak heyecan verir = Deniz iyidir.

Havalı hareketler bunlar: Filmlerde ‘arkayı dönüp gitmek’ hep havalı bir şeymiş gibi gösterilir. O zaman biz bokumuza havalıyız gerçek hayatta. Sifonu çekip dönüp ardımıza bakmadan uzaklaşıyoruz…

Nesil farkı: ‘Islak mendil’ diyen yeni nesildir, ‘kolonyalı mendil’ diyen bizden!

 

Hürmetler!

 

Müzük: Travis – Side