StumbleUpon ile internette gezinirken denk geldim ve fikri çok beğenip sizlerle paylaşmak istedim.
Hep depresif paylaşımlar yaptığım için içinizden bana sövenler olduğunu tahmin ederek arada bu sövgülerden bir anlık da olsa kendimi sıyırayım istedim :))
Romanya‘lı bir fotoğrafçı olan Bogdan Gîrbovan kendisinin de yaşadığı apartmandaki 10 farklı daireden 10 özdeş odanın fotoğraflarını çekip yayımlamış. Benzer şartlarda yaşayan insanların farklı düzenlerini anlatan bu çalışmada fotoğrafçı Bogdan Gîrbovan‘ın Bükreşte bulunan bu apartmanın 10. katında yaşadığı belirtiliyor.
Fotoğraflar dairede oturan gerçek kişilerle çekilmiş ve apartmanda bulunan tüm odalar aynı şekil ve ebatlara sahip. Birinci katta oturan çok sert görünüşlü teyze dikkate değer! Eğer bu fotoğraflar yayımlandıktan sonra Bogdan ortadan kaybolduysa filan bence çok uzakta aramasınlar olayın sorumlusunu :))
Sokağa çıkıp bir soruşturma yapın. Önünüze gelene sorun: Yalanı sever misiniz? Kuvvetle muhtemel alacağınız cevapların tamamına yakını “hayır” olacaktır. Hatta “ay yalanı hiç sevmem, hiç yalan söylemeyi beceremem, yalandan nefret ederim, yalana gerek duymam, vs…” gibi cümleleri değişik tonlamalarda duymanız çok muhtemel. Çünkü alacağınız cevaplar kesinlikle içinde bulunduğunuz toplumun dürüstlük seviyesini göstermez, aksine yalan hakkındaki anketinizin ilk yalanlarını duyuyorsunuzdur o an. Aynı kişilere yalanı sevmemelerinin nedenlerini sorarsanız da birbirine yakın cevaplar işiteceğinize eminim. “Çünkü yalan kötüdür” altyapılı cevapları kendince süsleyecektir o insanlar.
Gel gelelim ben böyle düşünmüyorum. Yalanın bir problem olduğunu kabul ediyorum ve bu gerçeği bakış açımın merkezine oturtmaya çabalıyorum. Ancak bu kaçabileceğiniz veya kısa süreli kaçabilseniz bile tamamen kurtulamayacağınız türden bir problem. Ve ben matematiksel problemler dışında tüm problemleri sevmeye çalışırım. “Tecavüz kaçınılmazsa zevk almaya bakın” modülü yani. İçinde matematikten ziyade sözellik içeren bir problem türü olan ‘yalan’ da aslında tıpkı matematik gibi birtakım formullerden oluşur. Yeter ki bu formulleri öğrenmiş veya öğrenmeye açık olsun insan bu hayatta…
Siyaset, ekonomi, tarih, gündem, gündelik hayat gibi birçok ana başlık altında uygulanır yalanlar. Ana başlığı olmayan yalan yoktur ama bu ana başlıkların tamamı da yalanlardan oluşmaz çoğu zaman. Günümüzde “beyaz yalan, pembe yalan, adi yalan, çıkar amaçlı yalan, yalan oğlu yalan” gibi birçok isimle çeşitlendirimiş olan yalanlar vardır. Sonuçta soyut bir kavram olduğu için herkes kendince bir çeşit kılıf bulur yalanlara.
Benim en sevdiğim tür ise manipülatif yalanlardır. Yani insanları kendi rızaları olmadan ve fark ettirmeden yönlendirme amaçlı kullanılan yalanlar. Manipülatif yalanları sevmemin asıl nedeni ise; bu tür yalanların gerçeği esnetebilme kabiliyetidir. Normal şartlar altında insanların belini büken gerçeklerden manipülasyon sayesinde intikam almak mümkündür! Hem de biri sizin algınızı manipüle etmeye çalıştığında aranızdaki durum sosyal bir satranç oyununa döner. Karşılıklı hamlelerle ilerler ve sonunda hamlelerini karşısındakinden daha stratejik yapan kazanır. Zeka işidir yani bu tür yalanlar. Ego tatmini üzerine veya tamamen kişisel çıkar sağlamak için kullanılan yalanlardan daha eğlenceli ve sürükleyicidir.
Sonuç olarak ‘yalan’ kavramının toplumları oluşturan insanların doğal refleksleri arasında olduğunu ve yalansız bir dünyanın malesef mümkün olamadığını düşünüyorum. İş ki bu yalanı bireyselliğe indirdiğimizde karşımızdakini direk “salak yerine koymak” yerine daha makul bir şekilde oynamaktır oyunu. Kişisel hırsların ve çıkarların gözleri bürüdüğü bir ortam oluşturarak yalanı araç olarak kullanmak yerine karşı tarafın da zekasına saygı gösterip, bu çerçevede oynanan ve tamamen tek taraflı kazanç sağlamaya yönelik olmayan bir oyun olmalıdır yalan. Tarafsız vicdanların şekillendirdiği yalanlar konusunda farkındalığımızı arttırmak, yalanın hiç varolmadığı bir ütopyaya inanmaktan daha sağlıklıdır.
“Gökyüzü hep bizimle” diye inanmış birisi. Kulağına hep masallar fısıldamışlar. Çimenler hala yeşil sanıyor; insanlar temiz, insanlar kirletmez sanıyor inatla… Kaldırımlar tutar diye hesaplıyor eğer düşerse. Kaldırımdaki izmaritleri göremiyor. Bugünün adaletine o kadar güveniyor ki; kendi ayaklarıyla önüne gidebilecek kadar cesur! Hesap sorabilir, hesap verebilir diye düşünüyor. İnsanlar dinliyor, insanlar önemsiyor diye biliyor. Daha enteresanı insanların sorguladığını farzediyor. Toplum o kadar temiz ki, kendi gerçeğini biraz yansıtırsa kirli görünebileceğinden çekiniyor.
Her uyandığım gün acaba gerçekten benim göremediğim fakat onun görebildiği böyle bir dünya bırakıldı mı diye etrafıma bakmaya başladım ama; ‘tık’ yok. Yozlaşmış kültürler, bencilleşmekle yetinmeyip üzerine her gün daha da agresifleşmiş insanlar, kirletilmiş bir çevre ve bulutların arkasına saklanmış bir gökyüzü görüyorum ben ise. Öyle bir gökyüzü ki gökte kalmayı başarmış ama yüzünü kaybetmiş. “Bizimle olsa ne olur olmasa ne olur bu gökyüzü” diyorum. Ona bunu anlatmaya hakkım var mı diye kendime kızıp susuyorum. Varsın o da aynı gökyüzünün altında öğrensin gerçekleri. “Bırak da en azından öğrenene kadar keyfini sürsün be adam” diyorum kendime, toz pembe kılıfa dikilmiş oyuncak dünyasının; nasıl olsa gerçeklerle yıkandıkça rengi kaçar o kılıfın da. Ama belki olur da ‘gerçekler onun kılıfını eskitmez’, denesin görsün… Belki esgeçerler. Ya esgeçiyorlar, ya gelip geçiyorlar; ama bir şekilde geçiyorlar nasıl olsa…
Müzik(Kulaklık ve yüksek ses mümkünse): Cibelle – Green Grass
En yakın ZAMANda görüşmeyi dileyen samimiyetsiz insanların evinde!
*
ZAMANlaması iyi olmayan forvet gol atamaz,
Hakemin ZAMAN tuttuğu bir oyunda!
*
Ölümler hep ZAMANsızdır,
Tüm ZAMANların dar olduğu şu dünyada!
*
ZAMANında ödenmeyen fatura külfetli olur,
Ocağı ZAMANında kapanmadığında yemek yanan bir evde!
*
Adaletin ZAMANlısının makbul olduğu yerlerde,
ZAMANsız öten horozun başı kesilir!
*
“ZAMAN sadece birazcık ZAMAN” der Sezen Aksu,
‘ZAMANla geçer’ tesellisi içeren şarkılarından birinde!
*
ZAMAN eksikliğiyle başlar bütün bahaneler,
En büyük hırsızların ZAMAN çaldığı ortamlarda!
*
ZAMANa yenilirken her şey,
Her şeyin de bir ZAMANı vardır!
*
Ah şu ZAMANe gençleri yok mudur hele,
Dejenere olmuş bir ZAMANda yaşayan!
*
ZAMANın nasıl geçtiğini anlamaz insan mutluyken,
ZAMANın geçmek bilmediği zorunlulukları saymazsa eğer!
*
ZAMAN ZAMAN iyi hisseder insanoğlu,
Kalan ZAMAN ikilemelerinde kötü hissettiği gibi!
*
Saklanan samanın bile elbet gelir ZAMANı,
ZAMANa yolculuğun en büyük dilek olduğu hayatlarda!
*
Biraz daha ZAMAN ister işleri yoluna koyamamış biri,
ZAMAN verir kozları elinde tutan bir diğeri!
*
İçinde ‘ZAMAN’ geçen cümleler türüyor da, nasıltüretilir ZAMANın kendisi?
Nedir sorusundan geçtim ZAMAN adına yöneltilen! Asıl nasıldır ZAMAN?
Bence ZAMlanmış halidir içinde bulunulan ANın. ANın büyüğüdür yani ZAMAN. Geçici bir mutluluk verirken AN, telaşlı müsibetler silsilesidir ZAMAN. ANı yaşıyorsanız elbet ZAMANa yol alacaksınız demektir. ANı yaşamanın tek yolu ise anıları geride, kaygıları ötede tutmaktır. Yani ZAMANı ANdan ayırmaktır.
Sisli bir havada belirsiz bir istikamete yol alan vapurdur ZAMAN. Durmak vardır, durak yoktur. Bazen demir atar ve ANı yaşatır bize. O AN inmek istersiniz ama denizin ortasındasınızdır. Yola devam etmek zorunludur vapurda. Durarak bize o ANı vermesi ZAMANın bize yaptığı küçük ve geçici bir kıyaktır. Bitecektir o AN.
AN yakalandığında dinlenmek şarttır seçenek değil. Çünkü o vapur yola mutlaka devam edecektir; bir daha nerede, ne şekilde ve nasıl duracağını bilemezsiniz. Ya da belirsiz olan o güzergahın ne ZAMAN sonlanacağını. İskeleye yanaşınca o vapur, yolculuk bitmiştir. ZAMAN sizi o vapurdan indirdiğinde binebileceğiniz başka bir vapur yoktur. Bundan dolayıdır ki yolculuk boyunca ZAMANın bize verdiği ANları fırsat olarak görmekten başka şansımız yoktur. Ancak suistimal edilen ANlar o vapuru batırabilir, bunu da akıldan çıkarmayarak dengeli bir yolculuk yapmakta fayda var. Yolun sonunu gösterip göstermemek ZAMANın elindedir. ZAMAN suyun altında da yaşar ve yoluna devam eder sonuçta. İnisiyatif sahibidir ve verdiği ANların iyi değerlendirilmediğine kanaat getirirse batmaya karar verip, yolcusunu nefessizliğe mahkum edebilir ZAMAN. Zehri ile panzehirini aynı bünyede tutandır ZAMAN. Kimine ilaç, kimine mezar olur… ZAMANın takdirine karşı gelmek ZAMAN kaybıdır…
Eskiden İzmir‘de gençler mahallede kuş avlarlarmış, sonra da sahilde çoğunlukla çiftlere azad etsinler diye kuşların özgürlüklerini satarlarmış. Gelen kişi bir dilek dileyip esir olan kuşu havaya salarmış. Teoride baktığında “kuşu zaten özgürken yakalayıp köleleştirdiğini bildiğin kişiye” sanki yaptığı marifetmiş gibi para kazandırıp yakaladığı canlının özgürlüğü karşılığında fidye veriyorsun. Ama simgesel bakınca da romantikmiş özgürlüğe para vermek. Yalnızlar için bile romantikmiş bence. Hatta en çok da onlar için romantikmiş! Buna ‘yalnızın kapitalist romantikliği‘ denilebilir. İlişkisinde romantik olmayanların bile başına gelebilir bu durum. Düşünsenize başka birine tekrar can veremeyen birisi bir kuşa can verecek. Sevgisiyle yapamadığını parasıyla yapabilecek…