Gereksiz Geyikler Serisi – Neden Adam Olamadım

Bir blog yazısına yaptığım yoruma yazardan aldığım “eğitim sistemi” içerikli yanıttan sonra “neden adam olamadığıma” bir bahane daha buldum. Yine istedim ki sayısı her geçen gün artarken katılımcısı her geçen gün azalan sevgili takipdaşlarıma bu konu hakkında birşeyler karalayıp, kaktırayım!

Artık içimde ‘emekli maaşı kuyruğunda bekleyen bir adam’ beliriyor eğitim sistemi denilince…

uzaktan_egitimTEOG meog bilmem ben!

Benim zamanımda Anadolu Lisesi sınavları vardı. Bir de ÖSS. İkisinin de ne anlamını, ne de faydalarını hiçbir zaman anlayamadım.

Kimse beni önceden uyarmadığı için Anadolu Lisesi sınavınlarını bilerek kazanmadım. Sandım ki oraya girmezsem Avrupa’lı oluyorum!

Meğer ‘düz liseye’ postalıyorlarmış.

Düz lise de ismen pek ilgimi çekmemişti açıkçası. Çok sıradan bir kere… Ne o öyle ‘düz lise’!

Monica Lewinsky skandalının neslinden olduğum için hep oral şeyler, pardon “oval” şeyler ilgimi çekti. Ama gelgelelim ‘oval ofis’ gibi bir ‘oval lise’ bulamadım kendime.

Ondan dolayı da lisede hep başarısız bir öğrenci oldum. Zira benim zamanımda başarıyı ölçen araçlar benim işime hiç gelmedi!

ogrenci_hakaret_ogretmenLisede annemden saklamak için milyon tane çakallık yapmama rağmen yine de bir şekilde haberini almış olduğu bir “veli toplantısı” esnasında sınıf öğretmenim ‘ara karnemi’ annemin önüne atıp “bu çocuk adam olmaz” demiş. Sonra da gazı kaçmasın diye annemin kapağını kapatıp eve yollamış.

O gazla eve gelen annemin avcunun içi ile konu hakkında çok kısa süren medeni bir konuşma yaptık. Annem de oradaydı, iyi hatırlıyorum…

O kadar utandım ki ‘sömestr’ tatilimi (sömestr da ne ise artık!) ders çalışıp notlarımı düzeltmek için çabalayarak geçirmeye karar verdim!

Elime ilk tarih kitabı geldi. Karneme baktığımda tarih notumun da ‘1’ olduğunu gördüm. Hazır zayıf olduğum ders kitabı elime geçmişken okuyup, bilgileneyim ve sınavlarımı başarılı bir şekilde vereyim istedim.

Ama daha ilk ünitede bilmem kaçıncı Ferdinand’ın bilmem ne savaşında hançerle yaralandıktan sonra yürüyerek Osmanlı’ya sığındığını okuyunca, o dakikada kitabı kapatıp kendimi emekliye ayırdım.

img_0937Her genç insan gibi bu bilgilerin acaba ‘ileride ne işime yarayacağını’ sorgulama yoluna başvurarak kitabın olduğu ortamdan uzaklaştım.

İşte o bilgilerle eğitilip de benim aksime “adam olabilen” kişiler tarafından televizyon dizilerinde başrol oyuncularına bir sezon içerisinde ortalama 79 kurşun yemesine rağmen hayatta kalabilen kahramanlar yarattığına da şahit oldum. Öyle ya bugün bir Tolat Alimdarın bilmem kaçıncı Ferdinand’tan ne eksiği olabilirdi ki…

Velasıl kelam, kulakları çınlasın lisedeki sınıf öğretmenim haklı çıktı.  Ben adam olamadım.

Halbuki aynı eğitim sisteminde ilkokuldaki sınıf öğretmenim bana ‘dahi’ teşhisi koymuş ve annemin kapağını kapatıp üzerine iyi de bir çalkalayarak üzerime salmıştı. İlkokul öğretmenim yanıldı.

1576_5Annem mi? Annem iyi… Ergenlikten orta yaşa terfi ettiğimden beri annemin kapağını arada yavaşça gevşetip gazını alıyorum. Her ne kadar böyle yaparak ‘ozon tabakasına’ büyük hasarlar vermiş olsam da, annemin beklentilerini kısıtlamanın başka yolunu göremiyorum.

Bu vakte kadar adam olamadım, hep “beygir kafalı” oldum. Böyle saçma sapan bir dünyada da bu saatten sonra adam olabileceğimi hiç sanmıyorum…

 

Hürmetler,

Müzük: Waldeck – Make My Day

Gereksiz Geyikler Serisi – Meydan Larousse ve Kabile Savaşları

 

 Gevşekliğimin üzerimde olmadığı ve kendimce ciddi şeylerden bahsetmeye çalıştığım bir karalama esnasında “ansiklopedi” kelimesini kullanırken ansızın aklıma küçüklüğümde geçirdiğim bi dönem geldi.

meydan-larousse

Meydan Larousse kuponları için yapılan Kabile Savaşları’na katıldığım dönemim!

O dönem ciddi savaşlar yaşanmış olup değişik streslere yol açsa da, şimdilerde anımsayınca tam geyik yapılacak bir malzeme olduğunu düşündüğümden kendimce bunun hakkında uzun uzun yazıp siz değerli takipdaşlarıma kaktırayım istedim.

Gaziyim ben kimse bilmez! Benim jenerasyonumun alayı gazete kuponlarıyla ilgili bu döneme aşinadır zaten. Onlar daha iyi anlayacaklardır demek istediklerimi…

Efemera_20150718160953_83659_9

Öncelikle şunu katiyetle belirtmek isterim ki; bu savaşları diğer savaşlardan ayıran en önemli özellik kendini yenileyen savaşlar olmalarıydı. Örneğin tarihte yaşanan önemli savaşlardan Mercidabık Savaşı yaşanmış ve bitmiştir. 3 ayda bir Mercidabık Savaşı’na katılmak diye bir olay yoktur. Bu kabile savaşları ise gazetelerin kupon karşılığında vermiş olduğu ürünlere olan talebe göre sürekli yenilenirdi.

Şimdi gelelim savaş düzenine… Bu dönemde yapılan Kabile Savaşları 3 cephede yaşanırdı. Toplama, biriktirme, teslim alma cepheleri. Bu cephelerin komutanları her kabilenin hiyerarşik düzenine göre seçilirdi. Toplama cephesinin sorumluluğu genelde evin küçüklerine verilirdi. Evin veledi sabahları bakkala gider kuponlu gazetesini alırdı. Bu cephede büyük savaşlar verdiğim için kendimden biliyorum sistemi. En önemli nokta kupon veren gazete tükenmeden bakkaldan alımını yapmaktı. Ve tabiiki gazetenin içindeki kupon sayfasının eksiksiz olduğundan emin olmaktı. Tek derdimizin “ders aralarında hangi hatunun saçını nasıl çekeriz” olduğu bir dönemden bahsettiğimi ve günde 2-3 farklı gazetede 3’er 4’er kupon takip edildiğini de düşünürsek, hiç de küçümsenemeyecek bir başarı idi bu cephede savaşmak! “Faraşel“ ünvanı bile verildi kabile konseyi tarafından bana!

İkinci cephe ise birinci cepheden zaferle ayrılan veledlerin gazeteleri bakkaldan alıp eve getirmesiyle birlikte genelde evin annesi tarafından açılırdı. Bu cephede kuponlar dikkatli bir şekilde kesilip, zarfların içinde biriktirilirdi. Bu cephede ise başarının sırrı düzenli ve tertipli olmaktı…

stres bilekliğiÜçüncü ve son cephe ise genelde evin erkeği tarafından üstlenilen teslim alma cephesiydi. Bu cephede amaç “biriken kuponları dağıtım merkezine teslim edip karşılığında ürünlerin teslim alınması” idi. Bu cephede genelde uzun kuyruklarda beklenilip, eğer varsa eksik kuponlar için dağıtım görevlisine “rica minnet” uygulanarak eksiklerin görmezden gelinmesi sağlanılırdı.

Az yukarıda bahsettiğim gibi, o vakitler kabilemizin reisi konununda bulunan annem tarafından kutsal kabilemizin etraftaki diğer kabilelerden geri kalmaması ve yine kabilemizin prestijini korumak adına, üzerinde “tap sikrıt” ve “konfidenşıl” mührü olan bir zarfın içinde bana vermiş olduğu “hergün bakkala gidip gazete alma” görevi nedeniyle içine girmiş bulundum bu savaşın!

Ne var bunda demeyin! En yakın bakkal 3-4 km idi bizim oturduğumuz apartmana. Adımlarım ise şimdikinin beşte biri oranında daha küçüktü haliyle!

Kabile reisimizin beni layık gördüğü ilk kutsal görevimin tek bir amacı vardı: Meydan Larousse kuponları!

O ansiklopedinin asırlar süren kuponları yüzünden Kitap_20161001110427_130868_6okuldan arta kalan vakitlerimi bakkala yürümekle geçiriyordum! Sadece ben değil, aynı mahallede oturan tüm akranlarım bu şekilde yaşıyordu!

Her çocuk kendi kabilesini temsilen kabile reislerinden aldıkları bu kutsal görevi yerine getirmekle mükellefti. Kuponla ne verilirse verilsin kabilelerin evinde bulunmalıydı ve bu durum her kabile için bir çeşit sosyal statü göstergesiydi! Biz de velet halimizle o zamanlar devletlerin tam farkında değildik, o yüzden kabilemizin bize verdiği bu kutsal görev bir nevi askerlikti bizim için.

İşte ben o askerliğin acemi birliğini Meydan Larousse ile yaptım. Ondan dolayı önemlidir benim için. Haftasonları gazete erken biter de kuponsuz kalırız korkusuyla sabahın karga bokunu yememiş saatlarinde gazete almaya çalışırdık. Bu sebepten gazete kapmak için kabile savaşları yaşanırdı haftasonları.

Haftasonunda aksam saatlerine bırakırsan bu işi, nah bulursun gazeteyi de kuponu da! Eksik kupon olunca da bu savaşın başka bir cephesi olan “dağıtım merkezi cephesi” komutasını üstlenen evin büyük erkeği, sabahın köründe kalkıp, savaş alanına kuponları götürüp, karşılığında malzemeyi teslim alırken eksik kuponlar için dağıtım görevlisinden ricacı olmak durumunda kalırdı! Yani bir cephede yaşanan küçük bir hata veya eksiklik, kelebek etkisi misali başka bir cephe komutanını çok zor durumda bırakabiliyordu!

arcopal2Bu görevliler de kendilerine verilen bu “birkaç kupon eksikliği görmezden gelme” inisiyatifini genelde büyük bir koz olarak kullanmaya çalıştıkları için biraz naz edebiliyorlardı. Yani görevim o kadar önemliydi ki evin büyük erkeğinin başının dağıtım görevlisinin önünde düşüp düşmemesi bana bağlıydı!

Sırf o eziyeti çektim diye Meydan Larousse okurdum küçükken. Çünkü kabile olarak o kadar eziyet çekip de sonunda ansiklopedi serisine kavuşunca farkettim ki, başka bir gazetede verilen tabak-çanaktan farklı değildi Meydan Larousse bizim kabile için!

Kuponlar karşılığı teslim alınıp, koca koli eve getirildikten sonra tüm kitaplar A’dan Z’ye dizilip raflara konulur ve süs eşyası kıvamında muhafaza edilirlerdi.

Vapurda hatun tavlamak için kendine entel süsü vermek amacıyla elinde kitap taşıyan ergen irisi gibi dizdiler ansiklopedileri kitaplığa yani!

Fakat farketmedikleri şey şuydu ki bu ansiklopediler gazete kuponuyla dağıtıldığı için her kabilenin evinde vardı aynısından! İşin daha üzücü yanı, bu ansiklopedilere her evde yapılan muamele de aynıydı!kupon

Çektiğim çilenin karşılığı bu olabilemez, olabilmemeli ulaaayn” diye gizli isyan içeren bir tepki ile A’dan başlayıp Z’ye kadar hepsini inceledim. Tabiki satır satır okuyamadım fakat ilgimi çeken bölümlerin üzerinde epey zaman harcadım. Bununla birlikte de ister istemez “okuma-araştırma” alışkanlığı edindim.

Velasıl kelam, ciddi savaşlardı fakat çok da ciddi sonuçlar doğurmadı. O dönemlerde Burak Kut’un daha farklı bir manada dediği gibi “yaşandı bitti saygısızca” ve geriye aklımdaki geçmişin geyik yapılabilitesi olan bir parçası olarak kaldı!

 

Hürmetler!

 

Müzik: Jazz Against The Machine – Spoonman

 

 

 

 

 

 

Gereksiz Geyikler Serisi – Küçük Şeylerle Mutlu Olabilen İnsan Türü

Küçük şeylerle mutlu olabilen insanlardan heykeller yapıp; bu heykellere her Pazartesi günü düzenli olarak tapan bi din icat etmek istiyorum. Bunu da o kadar çok istiyorum ki; bunun için “Kim 500 bin lira istemez ki” adlı yarışma programına çıkıp, “kazandığınız para ile ne yapmayı planlıyorsunuz?” sorusuna karşılık bu “Küçük Mutluluklar Dini” projemden bahsetmeyi düşünecek kadar bunu istiyorum.

Daha güzel ne olabilir ki bi insanın başına gelebilecek? Küçük şeylerle mutlu olabilme yetisine sahip bi insan başka ne isteyebilir yani? Büyük şeylerle mutlu olabilen insan öyle değil ama! Marifet değil ki büyük şeylerle mutlu olabilmek. Ayrıca zaten bi insanın başına ne sıklıkta büyük bişey geliyor ki? Yani bi numara yok büyük şeylerle mutlu olabilmekte. Ondan dolayı burda büyük olan mesele küçük şeylerle mutlu olabilme meselesidir (bu noktada arzuya göre “yeğen” kelimesi de eklenebilir)!coolestkidsever

Düşünsene; böyle bi kişi bir gün içinde ne kadar çok mutlu olma fırsatı bulabiliyor? Kıskanıyorum arkadaş içten içe! İnkar edemem bunu! Kimsenin mutluluğunda gözümüz yok tamam da şimdi yani “ramazan günü oruçlu insanın karşısında kokoreç yeniliyormuş” gibi oluyo bu durum biraz! Hoş olmuyor yani! Biliyosunuz ülkemizde adettendir, güzel bi tekme hatta imkanlara göre meydan dayağı filan atılıyor bunu yapanlara.

Sen 21. Yüzyılda sırada beklemeyi öğrenememiş insanları kafana takıp, kızıp, mutsuz olurken; yanıbaşında cebince bulduğu dünden kalma fıstık parçasına sevinen bi tip var! Ağzının ortasını elimin tersiyle sevesim geliyo istemeden! Ama bi yandan da düşününce imrenip saygı duymaya başlayıveriyor insan! Yani boru değil küçük şeylerle mutlu olabilmek! Burnundan soluduğun sıradan birgün yerine boncuklar dağıttığın normal birgün geçiriyorsun! “O bunu mu demiş, bu şunu mu yapmış” yok ki böyle dertler bi kere! Bütün gün kafanın içinde kelebekler uçuşarak geziniyosun ortalıklarda!cansiz-manken

Demem o ki eğer çevrenizde küçük şeylerle mutlu olabilen insanlar tespit ettiyseniz sevin onları. Örnek alın. Onlar gibi düşünmeye çalışın. Ama tabi çok da abartmayın, öyle çok da kelebek gibi gezmenin alemi de yok (dışarısı çakal çukal dolu, bi yandan da ayık olun). Dozunu ayarlayabilirseniz süper valla. Yapabiliyosanız bana da haber edin hatta. Nasıl olunuyosa ben de olmak istiyorum ondan!

Bi de herşeyde olduğu gibi bu konuda da sahte olanlara dikkat edin. Onları öteleyin, onlar sayılmaz! Gerçekten mutlu olacak ufak şeylerle kişi! Sen birisinin göz göre göre üzerine döktüğün ufacık bi kahve damlasının lekesine kafanın %7’sini ayırıp suratını asmışken (rivayete göre normal insanlar beyninin %10’unu kullanırmış ki bu bana biraz tıraş gibi geldi ama neyse… Şimdi o kadar da şaapmayalım orasını) yanıbaşında sıkış tıkış bi otobüste depiş döpüş ayakta evine giderken akşam yemeğinde ne yiyeceğini iştahla düşünüp bakışlarıyla bunu hissettirebilecek birisi olacak!

washingYani anlatmak istediğim şu ki; holivudun romantik komedi filmlerini izlemekten altyazılı efektler (yea, wow, wu vs gibi) verme adeti geliştirmiş kişiler küçük şeylerden mutlu olanlar kategorisine girmiyor. Onları sonra konuşuruz… Bambaşka onlar. Küçük şeylere harbiden mutlu olan ve çoşkularını samimi bir şekilde belirten sevimli insanlardan bahsediyoruz bu kategoride.

Toplayacak olursak; küçük şeylerle mutlu olan insanlar biriktirin etrafınızda. Onlardan biri olmaya çalışın ufaktan ufaktan. Unutmayın ki, küçük şeylere kafa takabilmek veya büyük şeylerle mutlu olabilmek iş değil!

Önce siz bi deneyin bunu, size bişey olmazsa ben de yetişirim size! Haber edin ama mutlaka!

Hürmetler!

Müzik: Club Des Belugas – The Road Is Lonesome

Gereksiz Geyikler Serisi – Hevesli Ergen

Bugün vapurda istemsiz de olsa çok iştahlı kelimeler kullanan ama içerik olarak tamamen “yoğurdun kaymağı” olan hevesli bir ergen ile onun yancısının çok değişik bir muhabbetine kulak misafiri oldum. Nedendir bilinmez, çok ilginç ve ani bir şekilde bu diyaloğa dahil olma isteği hissettim.

Kendime engel olamıyordum. Yerimden kalkıp arka sıradaki bu yoğurt kaymağı kıvamındaki ergen vatandaşın anlattıklarını dinleyip ona cevaplar vermek istiyordum.

Fakat bir yandan da bu muhabbetin kendi akışında nasıl ilerleyeceğini çok merak ettiğim için bölemiyordum! Bir de tabi niye gidip de elin iki tane sapının muhabbetine kayyım gibi atanayım?

Bunlardan dolayı muhabbete dahil olamadığım için “ulen” dedim “madem dahil olamıyorum bari dahilmişim gibi bi yazı hazırlayıp millete kakalayayım yine”. Belki yine birkaç ‘layk’ alır, hatta belki de yine birilerinin ‘yer yer sağanak sesli gülmelerine’ neden olabilirim. Ben de böylece geceleri rahat uyuyabilirim” filan diye düşündüm.

Yok be şaka şaka! Vapurdaki iki arkadaştan birinin diğerine anlattığı hikayeye benim vermek isteyip de yukarıda bahsettiğim nedenlerden ötürü veremediğim cevaplardan oluşan, yarısı gerçek yarısı hayali olan bu diyalog bazlı yazıyı karalamış bulundum sıkıntıdan…

Söz uçar yazı kalır” demişler. Ben de o anda içinde bulunduğum durumdan ötürü söz bile söyleyemeyip sadece düşündüğüm için, “söz uçarsa düşünceye neler olmaz” diyerekten yazdım! Pişman değilim. Yine olsa yine yazarım!

 

(Çocuğun söylediklerini yakalayabildiğim kadarıyla aynen yazmaya çalıştım)

O           : Abi geçen gün otobüste bi hatun oturdu karşıma görmen lazım, güzellikten ölecek hatun!

Ben      : Ölmezdi bence. Sen böyle iştahlı anlattığına göre hatun ölmeye kalksa suni tenefüs yapar kurtarırdın!

 

O           : Kanka kız karşıma oturunca bi an göz göze geldik, yemin ediyorum yanımda yüzük olsa direk basacaktım evlenme teklifini!

Ben      : Yok artık eşeğin kulakları! Olm yanında yüzükle dolaşıyosan yollusun demektir sen zaten! O olmazsa başkasına basarsın nikahı o fantazide! Kim önce evet derse artık…

 

O           : Ya kız öyle biçim tatlı ki hani niyetimi bozmama izin vermese bile bir ömür dizinin dibinde oturur ona meyve soyabilirim!

Ben      : Sana küçükken Tsubasa yerine Sindirella mı izlettiler olm?  Marlyn Monroe’nun mezardan öldüğü tazelikte dirildiğini düşünecek olursak bile çok çok evlenene kadar beklerim, o da senin temiz hatrına! Ayrıca hadi romantik bi diz dibi oturmacasına bişey demem de meyve soymak ne lan? Dalları dopdolu bir ağacın gövdesine yaslandığını ve orda meyve yemek değil meyve soymak istediğini söylüyosun bana! Anlıyorum “kız o kadar güzeldi ki kıza hayır diyemezsin” demeye getiriyorsun ama yani bazı şeyleri de çok abartmamak lazım!

 

O           : Bi ara telefonla konuştu, inanır mısın sesi kendisinden de güzel! O konuşsun sen dinle, öyle bi ses yani anlatamam! Düşüncelerimin arka fonuna enstrümantel müzik eklendi onu dinlerken!

Ben      : Hep hormonlu gıdalardan bunlar! Bizim zamanımızda yiyecekler hep doğaldı. Ondan evde kaldı benim jenerasyonum! Şimdikilerin yediklerine ne çeşit hormonlar katılıyorsa artık senin vücutta öyle bir mekanizma oluşmuş ki havadaki nemi testesterona dönüştürüyor! Ama sonra artık bünyede nasıl yakıyorsa bu birleşen hormonları, kızın güzelliğine meyve soyma isteği gelirken sesine de müzik ekliyor!

 

O           : Telefon konuşmasından anladığım kadarıyla hatun Ege Üniversitesi’nde felsefe okuyor. Abi hem güzel hem zekidir yani o şimdi düşünsene! Ne güzel olurdu ya, kafamız güzel felsefe tartışırdık hatunla.

Ben      : Tabi ya. Ne güzel olurdu. Gördüğü çok güzel kıza ilk görüşte evlenme teklif etme fantazileri kuran genç Sokrates ile Ege Üniversitesi Felsefe Bölümü öğrencisi dünya güzeli düşünür Hypatia’nın aşkı! Birkaç seneye kalmaz dizinizi de yaparlar sizin!

 

O           : Abi bi an içimden bi ses “kalk git yanına tanış” dedi. Ama bırak yanına gidince dilimin tutulmasını, daha yanına gitmeden aklım tutuldu! Biraz kendime gelip “konuya nasıl girsem” diye düşünür gibi olacakken de otobüs durdu, kız indi…

Ben      : Hafız yanlış anlama da en sağlıklısı olmuş. Bazen de çok şaapmamak lazım! Yani sonuçta ilk görüşte aşk öyle çok da lazım değil her zaman! Belki de kız inmese sen içindeki hormonların birkaç saniyeliğine beyne giden damarları tıkaması sonucu etrafında ilk gördüğün yüzüklü insanın parmağını gasp edip, o yüzükle evlenme teklif edecektin! Ergensin sonuçta abi aman diyim yani! Ne ergenlikler duyuyoruz sağda solda!

 

Müzik: Alabama 3 – Woke Up This Morning

Gereksiz Geyikler Serisi – The Boyoz

Çok ayıptır belki söylemesi, affınızın şemsiyesi altında durarak söylemek istiyorum ki şu an; az önce koca bir geyik yemiş aslan yavrusu gibi yalanıyorum! Az pişmiş, dumanı üstünde koca bir biftek yesem bu kadar keyif alıp mutlu olamazdım.

Sebebi ise bildiğin boyoz! Boyoz nedir boyozlarbilmiyorsan bulunduğun yerde bulunan en yüksek binanın tepesine çık hemen zaten! Oradan en uç noktaya ilerleyip boşlukta yürümeyi dene!

Boyoz, samanyolu hatta tüm galaksilerin (Samsung Galaxy serisi dahil) içinde gelmiş geçmiş ve gelebilecek tüm zamanların en mutluluk veren gıdasıdır.

Sıkıcı değildir bir kere, ister yağsız yersin ister arada kendine kıyak yapıp yağlı yersin.cay-boyoz-yumurta “Bugün boyozumu nasıl yesem?” diye sormalı insan arada bir kendine. Böyle dertleri olmalı.

Boyoz bi kere öyle poğaça, börek gibi dandik değildir! Kesin şimdi “neden” diyeceksin. Demeden ben söyleyeyim: Nedeni yok! Kabulleneceksin! Hayatta bazı şeylerin sebepleri olmaz. Henüz keşfedilememiştir. İsveçli bilim adamları diş fırçasıyla uğraştıklarının onda biri bu konuya eğilseler şimdi belki de nedenini bilirdik. Ama varsa yoksa diş fırçası! Ulan dünyayı kurtaracak formulü veriyorum. “Tek yol boyoz!” diyorum! Sen hala antin kuntin diş fırçasına ödenek ayırıyosun! Olum dişten çok diş fırçası ürettiniz yer yüzünde be! Neyin fırça hırsı anlamıyorum ki bu? Yapın 3-5 çeşit takılalım işte efendi gibi! Neyse uzatmıyorum!

ucgen-peynirİddia ediyorum: Savaşan orduların tüm askerlerine sabahları boyoz yeme imkanı sağlanılırsa savaşlar biter! (Hatta arasına azıcık da ‘şap’ atacaksın boyozların askerlere verirken. Çünkü savaşların en büyük nedenlerinden biri erkeklerin “hep daha fazla iktidar kaygısı” sorunu taşıması).

Dünyada yeterli miktarda boyoz üretilebildikçe sorun yok bence. Gerisi hava civadır. Boyoz bütün olay.

En sinirin bozuk anında bir tane boyoz yersin, geçer. “Koy bi çay daha, rahvan gitsin!” dersin hemen. Ayran da olur yani. Dedim ya sıkıcı değildir. Yanında yumurta yersin veya istersen üçgen peynir yersin. Keyfine göre yani seç, kombine et, tüket ve mutlu ol! Sen hiç poğaça, börekle mutlu olunduğunu gördün mü? Görmüşsen de senin ayıbın yani ben bişey diyemem! Halbuki boyoz yemeyi öğrensen ayıplarından kurtulgece-boyozcusuacaksın haberin yok!

Boyoz candır bütün demek istediğim! Boyoz yiyin efendiler! Boyoz yemeyi alışkanlık haline getirin! Sadece kahvaltıda değil, her zaman yiyebilirsiniz! Öğlen, ikindi, akşam, gece… Yeter ki yemek isteyin. Yemeyenleri de uyarın! Birlikte çoğalalım boyozlu geleceklere. Unutmayın ki boyoz yiyen toplumlar daha az kavga ederler. Hepimizin ortak noktası olup bizleri bütünleştirebilecek en büyük şanstır boyoz….

Müzik: Red Hot Chili Peppers – Can’t Stop

Kaydet

Gereksiz Geyikler Serisi – Bülbül

2016 Sonbaharını kışa bağlamak niyetinde olan vakitlerde kış bahçesinde oturuyorum. Bir anda açık bahçedeki iki camın arasından birşey düştü bahçedeki saksının dibine. Düştüğü yerden panikle kaçabilmek için çırpınınca bahçe koltuğunun altına kaçtı. Farkındaysanız sürekli “bahçe” kelimesini kullanıyorum. Görgüsüz olup topluma ayak uydurma konusunda kendimi geliştiriyorum bu sıralar. Ondan yani yoksa nispet filan değil. Ara sıra da olsa eğer bahçeli bir evde yaşıyorsan bunu şehir hayatında boğulmak zorunda olan insanlara belirtmek lazım. Görgüsüzlük bunu gerektirir.

Neyse derken, ne olduğunu idrak edemediğim cisim çırpınma sesleri çıkarınca yerimden kalkıp tedirgin bir şekilde yaklaşmak istedim. Nedense bu tür ani durumlarda insanın aklı bi karışıveriyor! Yani gökten düşen ne olabilir ki? Hayır ne bekliyor olabilirsin yani gökten gelecek? Meteor parçası düşecek değil, kuvvetle muhtemel düşen kuş olacak! Ama niyeyse ben bunu düşünemeyip avına yaklaşan bir aslan gibi tedirgin ve tedbirli bir edaya büründüm.

O sırada kuş çırpınarak bahçe koltuğunun altından yine aynı bahçede bulunan saksının bahçedeki dibine doğru kurtuldu. Yine niyedir bilinmez, o koltuğun altında ateşe basmış Afrika yerlisi gibi tepinen yaratık, bahçedeki saksının bahçedeki dibinde buzdolabında beklemiş sütlaç gibi sindi ve hareket edemedi. Debelenmeyi bırakıp bir yerde sabitlenince o yaratığın aslında küçük bir kuş olduğunu farkettim.

Tabi vicdanım anında soyunma odasına gitti ve ikinci yarıya başka formayla çıktı. Rengi filan resimde görüldüğü gibi şeytanı imana getirecek cinsten. Ufacık bir kuşu orada sinmiş, hareketsiz görünce ikinci yarıya daha açık renkli bir formayla çıkan vicdanım duruma el attı. Olaya müdahale etmem gerektiğini anlar anlamaz kuşu elime aldım fotoğrafta da görebileceğiniz üzere (yine burada belirtmem lazım ki fotoğrafın arka fonunda hayal meyal görünen yer bahsettiğim bahçenin silüetidir).

Küçükken bi kaz kovalamıştı kuzenimle beni. (kaz deyip geçmeyin; halayın ortasındaki iki uzun kişinin arasında kalan kısa boy halay mensubu gibi zıplamakla uçmak arasında bir kanat açma teknikleri var ki kısa mesafede koşarak kaçmak imkansız. Ve ısırıyolar. Küçüklüğümün walking deadiydi o kaz benim). Eve bir koşmamız vardı ki o kazdan, kaz bizi kovalamayı bırakalı 3 mevsim geçmişti fakat biz o korkuyla koşmayı durduramadık!

Velasıl kelam diyeceğim şu ki: o elime aldığım kuşun kalbi de aynı kuzenimle beni kaz kovaladığında bizim kalbimizin kıçımızda atması gibiydi. O kadar hızlıydı ki acaba kuşlar kalp krizi geçirebilir mi diye düşündürdü beni bi an.

Neyse efenim derken biraz sakinleşti avcumda. Ama hemen salamazdım yavrucağı. Belli ki bir sürüden düşen bi avareydi kendisi. Bir yerde misafir etmem gerekiyordu kendisini fakat odanın içinde salamazdım. Kafes gibi birşey bulamayınca muhteşem yaratıcılığımın bir ürünü olan “ka-pet” ismini verdiğim son icadımın içine itina ile yerleştirdim misafirimi.

Ka-pet’ten bahsetmem gerekirse, bildiğiniz orta derinlikteki bir çamaşır sepetini ters çevirip kuşun üstüne örtmek suretiyle icat edilmiş, kuş kafesinin yerine ikame etmesi beklenen kuşlar için portatif ve saçma sapan bir misafir odası diye tanımlanabilir.

Ka-pet’te misafir etmiş olduğum kuş efendiyi nasıl besleyebileceğimi düşünmeye başladım. Tabi bunun için önce ne cins bi kuş olduğunu bilmek gerekiyordu. O an nedense amcalara ilk kez pipisini gösteren bir velet edasıyla utandım. Hayatımın önemli bir bölümünü doğa belgeselleri izleyerek geçirmiş olan ben, kuş cinslerini tanımıyordum.

Erkekler bilirler. Amcalara ilk defa pipisini gösteren veletler garip bir utançlık içine girerler çünkü ilk kez toplumda vücudumuza bağlı olan diğer organlarımızdan daha fazla ilgi çeken bir uzvumuzu gösterdiğimiz için kafada “ulen niye bu kadar gülüyolar ayıp birşey mi yapıyoruz acaba” gibi bir aydınlanma sorusunun ilk uyandığı zamandır o. Zaten sonrasında bizden başka hiç kimsenin ortalık yerde diğerlerine pipisini göstermediğini idrak etmeye başlayınca ayıkıyosun ayıpla iştigal ettiğine.

Nitekim yine konuyu bağlayacak olursak, kuşu tanıyamayınca bu tür garip bir utanç hissettim. Kuşun cinsini nasıl öğrenebileceğimi düşünürken aklıma sosyal medyanın nimetlerinden belki de ilk defa faydalanabilmek geldi. Çektim bu fotoyu koydum feysbuka! Dedim: Ey dostlar! Bu kuşun cinsini, ne yiyip ne içtiğini bilen elime mum diksin! Ve çok geçmeden bilenler zart diye yorumladı.

Öğrendim ki benim kıçımdan ilham alarak icat edip adını Ka-fes koyduğum, kafes taklidi yapan dandik bir sepetin içine tıktığım kuş meğer meşhur bülbülmüş! Bu ülkede bilinci gelişmeye başlayan her insan evladı o yaşlardan itibaren bülbül ile ilgili birşeyler muhakkak duymuştur. Hiç birşey yoksa görgüsüzlüğün sözlükteki karşılığı olan, yüce Bülent Ersoy’un “Çile Bülbülüm” adlı güzide eseri vardır ve en düşük ihtimalle 2395631 (ikimilyonüçyüzdoksanbeşbinaltıyüzotsbir) kere kulağımıza gelmiştir. Yani bu kadar duymuş olmama rağmen nasıl bu zamana kadar bülbülün neye benzediğini öğrenmem? Oldu mu bu şimdi! Artık utanmam gerektiğinden emin olmuştum. Hem de amcalara ilk kez pipisini gösteren çocuk gibi değil de bir diyalog esnasında kendini tutamayıp karşısındakinin suratına hapşırmış bir ayarsız insan edasıyla utanmalıydım.

Meşhur bülbül hikayesiyle büyüdük halbuki. Bir de o var! Atalarımız bülbülü altın kafese koymuş ve ne cevap vereceğini merak etmişler. Bülbül ise “ille de vatanım” demiş. La Fontaine hikayesi filan değil, gerçek olmuş bu. İnanırım yani. Bizim atalarımız kesin yapmışlardır. Yani ben birinin soyundan geliyorsam, o adam bunu kesin yapmıştır! Beklerim bunu ondan. Neyse işte ben ise o meşhur bülbülü Ka-pet’e tıktım. Aklıma o meşhur atasözü gelince de kuşu oraya tıktıktan sonra bir 5 dakika filan takip ettim. Acaba bu sefer “ille de” ne diyecek? Acaba ilk sorulduğunda altın kafesi beğenmemek gibi saçma sapan bir tribe girip “ille de vatanım” diyen, fakir ama gururlu imajıyla kuşlar aleminde nam salmış bülbül kuşu altın kafesi reddettiği için pişman olacak mı? Tabi haliyle ben atalarımız gibi bir olaya şahit olamadığım için, dandik ve bir o kadar da plastik bir çamaşır sepetine tıkıldığı için şaşkınlıktan aptala dönmüş bir kuşa bakarak geçirdiğim bir 5 dakika oldu bu bana.

Sonuç olarak bülbül bir yaban kuşuymuş. Börtü böcük ve arpa gibi şeyler yermiş. Ben eskiden kalma muhabbet kuşu yemi verdim. Artık Ka-pet’in konforundan serseme mi döndü, yoksa yemek konusunda çok mu seçici bilemem fakat verdiğim yemleri darmaduman etti. Baktım ki Ka-pet’ten kurtulmak için kendini plastik duvarlara vuruyor, dedim ayrılık vakti geldi.

Saldıktan sonra ilk olarak bahçedeki nar ağacının üzerine kondu. Dedim ki şimdi filmlerdeki gibi onu bir süre koruyup kolladığım için dönüp bana selam mahiyetinde bir bakış atacak ve sonsuzluğa kanatlanacak. Ama hiç de öyle olmadı. Nar ağacının dalında 15 saniye durduktan sonra ne olduğunu anlayamadan ortadan kayboldu. “Ben ise hüzünlenip ardından mavi gök yüzüne bakakaldım” diyerek duygusal bir kapanış yapmak da isterdim. Fakat bu gereksiz hikayenin hiç bir ayrıntısında yaşanmamış olan duygusallık hikayenin sonunda da yaşanmadı. Bülbül kaybolunca ben de işime gücüme döndüm. O günün akşamında anı olsun diye bu yazıyı yazdım. Bugünlerde de düzenleyip size kaktırıyorum :))

Müzik: Chet Atkins – Jam Man

İzmir’de genelde (iş/okul giriş-çıkış saatleri dışında) vapurlarda yer olmadığı için ayakta bekleyen göremezsiniz. Hatta o sıkışık saatlerde bile görme şansınız çok azdır. Genelde ya ‘denizi arkasına alıp selfi çılgınlığı yapan insan türleri’ ya da ‘oturmak yerine denize en yakın bölümde durayım da manzarayı izleyeyim diyen insan türleri’ ayakta durur. Diğer bir insan grubu da ‘bu durumun aksine şahit olan insan türü’ olarak kategorize edilir.

Buna rağmen teyzelerimizde bir panik havası var. Bazen dünya kontrolünü ele geçireceklerinden korkuyorum bu teyzelerin. Otobüste ayakta kaldıklarında otobüsün 4 bir yanında bulunan insanları kızılötesi ile sezip, derhaliyetle yaşça en küçük olan kişinin görüş alanına yerleşip; hemen akabinde gözleriyle genç kardeşimizin koltuğunda adeta rahatsız edici dikenler oluşturan bu teyze türlerimiz, otobüsteki bu acı tecrübelerinden olacak ki konu vapura geldiğinde gereğinden birazcık fazla hassas oluyorlar.

Otobüste ayakta beklemekten rahatsız olup, gençlerin ona yer vermesi gerektiğini düşünen bu teyzelerimiz iş vapura geldiğinde, vapur iskele görüş sahasının alanına girer girmez gereksiz bir telaşla ayakta beklemeye başlıyorlar. Takriben 10 dakika içerinde vapur iskeleye yanaşıp yolcu alma girişimine geçtiğinde ise ultra gereksiz bir mini kargaşaya mağruz kalıyoruz. Çünkü ayakta 10 dakika beklemiş birtakım teyzelerimiz sanki ortada bir yarış varmışçasına ortalığı velveleye veriyorlar. Vapurun iskele görüş açısına girmesiyla ‘Start’ alan bu teyzelerimiz, iskele kapıları vapura doğru açıldığında “aman ayakta kalmayalım” korkusu ile doğada eşine az rastlanır bir durum yaratıyorlar. Durumun toplum biliminde adı “Yerimiz mi dar yoksa yerimiz mi dar sendromu” olarak geçer. Geçmiyorsa bile bundan sonra geçsin. Sezen Aksu ablamız bu durumu çok önceden tecrübe etmiş olacak ki; kendisinin bu teyzelerimizin yarattığı sendrom ile ilgili şarkısı vardır: “Yerimiz mi dar yoksa yerimiz mi dar? Ne var? Sende kim oluyorsun kim bunlar? En büyük kim? Teyzeler!”

İşin özeti; İzmir’de sıradan yoğunluk olduğu saatlerde bile “yer kalmayacak korkusu” ile gereksiz panik atak yaşayan teyzelerimiz var. Hepsini çok seviyorum. Yaşlılarımız canımızdır. Onlara sizler de rastlarsanız sevgi ile davranın. Ve mutlaka hareketlerini izleyin. Yarışa önde başladıkları halde geriye düşme korkusu ile sizle nasıl yarıştıklarını farkedin. Ve yormayın onları. Bırakınız geçsinlerler. Vapura ulaştıklarında içeride ‘haddinden çok fazla’ boş yer olduğunu farkettiklerinde yaşadıkları mutluluğu okuyun yüzlerinde. Yaşlılar canlarımızdır, canlarımız yaşlılarımızdır.

Gereksiz Geyikler Serisi – Sesli Yanıt Sistemi

Sanki güzel ülkemdeki insanlar birbirleriyle konuşarak çok güzel anlaşabiliyormuş gibi bir de “Sesli Yanıt Sistemi” çıkardılar başımıza. Adı yanıltmasın, teknolojik olarak önemli bir zımbırtı olsa da aslında sizi robota dert anlatmaya çalışan bir Türk kıvamına getiriyor. Turist Ömer Uzay Yolunda tadında bir senaryo yani. Hatta dert anlatmakla yetinmeyip bir de çözüm bekliyorsunuz robottan. Eminim bazı insanlar çok rahat anlaşıyordur o “sanal bayan” ile. Fakat ben o zat-ı muhteremlerden değilim ve sanırım olamayacağım da. Hatta bırak zat-ımı hiç biryerim muhterem değil benim.

Aradım Akbank’ı. Sorunum biraz karışıktı. Bunun için seri yollardan bir “müşteri temsilcisi” ile görüşmem gerekiyordu. Zira evde veya ofiste kahvemi yudumlarken değil bir lahmacuncuda lahmacun yemek üzereyken arama gafletinde bulundum. “Robot bayan” benden birkaç kelime ile derdimin ne olduğunu söylememi istedi. Öyle ya robot bayan nerden bilsin ben kısa cümleler kuramam. Ama nasıl olduysa becerdim. Kendimden emin, göğsüm dik bir şekilde “Müşteri temsilcisi ile görüşmek istiyorum” dedim robot bayana. Kafamda bitirmiştim olayı. Robot bayan beni anlayacak ve bana bir müşteri temsilcisi bağlayacaktı, emindim. Bu sırada “garson bayan” gelip anneme (bayan olduğunu vurgulama gereği duymuyorum) ne yemek istediğimizi sordu. Zaten lahmacuna kurulu bir şekilde oraya gittiğimiz için annem benim robota olan o emin duruşumdan daha emin bir şekilde iki adet lahmacun söyledi. Garson bayan da durur mu? Patlattı bir soru daha… “Acılı mı acısız mı?” Çok haklı bir soruydu bu ve cevabı çok önemliydi. Garson bayan için değil tabi bizim için. Yoksa garson bayanın servis yapacağı lahmacundaki kıymanın üzerine eklenmiş birkaç garip pul biberin ne önemi olabilir garson bayanın hayatında. Ağırlık aynı, herşey aynı. Ben ise bu kısa zaman zarfı içerisinde telefonda kendimden emin bir şekilde talep ettiğim müşteri temsilcisinin bana bağlanacağını sanarken aynı zamanda annemin bana “sen nasıl istiyorsun lahmacununu” der gibi baktığını sezdim. O sırada hayatımdaki üç kadından (annem bayan, robot bayan ve garson bayan) biri olan robot bayan “Müşteri temsilcimiz ile ne hakkında görüşmek istiyorsunuz?” sorusuyla penaltı atışını beklemediğim yere vurdu. Ben aslında hayatımın öncelikli kadını olan anneme lahmacunu acılı yemek istediğimi söylemek istedim. Karşımda “hayatımın yangında ilk kurtarılacak kadını” (her ne kadar hiç anlaşamasak da) olan annem dururken telefondaki flörtüm olan robot bayana öncelik veremezdim. Ama robot bayan ağzımdan çıkan “acılı istiyorum” sözünü kendi üzerine alınmış olacak ki bana “peki o zaman başka bir şekilde deneyelim, bunlardan hangisi hakkında müşteri temsilcimizle görüşmek istiyorsunuz?” diyerekten birkaç seçenek sundu. Aynı anda garson bayan siparişi alıp hayatımdan kısa bir süreliğine ayrıldı. Biliyorum geri gelecekti. İki bayanla kalakaldım geçici olarak. Garson bayan hayatıma tekrar girmeden robot bayanla olan ilişkimi bitirip, bayan olmasını umduğum bir müşteri temsilcisi ile yeni bir ilişki kurmam gerekiyordu. Fakat robot bayanın bana sunduğu seçenekler bana hiçbir şekilde uymuyordu ve telefonu kapatıp tekrar aynı süreçten geçmekten başka bir şansım kalmamıştı. “Sesli sisteminize de robotunuza da” diye söverek telefonu kapatıp vakit kaybetmeden tekrar aradım. Aynı şeyleri sordu. “Acılı lahmacun” dışında aynı cevapları verdim. Fakat robot bayan, robot olduğunu bir an unutup, benim onun suratına telefon kapatmama kızmış olacak ki beni yine anlamazdan gelip aynı seçenekleri sundu. Kahretsindi ki bana o seçenekler uymuyordu. Garson bayan o sırada ufukta görününce panikle telefonu kapatıp tekrar aradım. Yine müşteri temsilcisi istedim ve mucize gerçekleşti. Kısa bir soru daha sorup, cevabını alınca beni müşteri temsilcisine sevketmeye karar verdi robot bayan.

Ben kavramsal olarak geçimsiz bir adamımdır.  Bundan ötürü hep tartışmalı ilişkiler yaşadım. Robot bayanla da kısa süren tartışmalarımızdan ötürü duygusal bir bağ kurmuş olmalıyım ki “müşteri temsilcisi” ile görüşmek için hatta beklerken hep robot bayanı düşündüm. Duygusal bağımdan ötürü aklımda ona insanların ev temizliği gibi ıvır zıvır işlerde kullandıkları Çin malı robotlardan bir vücut hayal edemedim. Çin malı biçimsiz, ezik robotlarla duygusal bağ kuracak bir adam olmayı kendime yakıştıramadım. Onun yerine çizgi filmlerdeki sempatik ve güzel robotlardan getirdim gözümün önüne. Evet Akbank hattında müşteri temsilcisi beklerken bunları hayal edebilecek vaktiniz oluyor. Bir yandan da garson bayan ben bu hayallere daldığım sırada servisini yapmış, lahmacunlarımızı tüm aparatlarıyla birlikte önümüze sunmuş ve hayatımdan ikinci kez ayrılmıştı.

Lahmacuna elimi süremiyordum. Çünkü müşteri temsilcimin yine bir bayan olmasını umut ediyordum. Öpüşme ihtimalimizin olmayacağını bilecek kadar kendimde olsam da bayan müşteri temsilcisi istememin nedeni tamamen sapıklığımdan değildi. En az ortalama bir erkek kadar sapıktım fakat bayan müşteri temsilcisi istememin asıl nedeni hemcinsimlerimden tiksinmemdi. Bayan müşteri temsilcileri karşı cinsle konuştuklarında sesleri ile insanı sakinleştirebilen türden müşteri temsilcileridir bana göre. Müşteri olarak seni temsil ettiği yetmezmiş gibi bir de sakinleştirir. Öyle ya muhabbet için aramıyorum. Bir sorunum var. Ve o sorun heran büyüyebilir. Eğer testesteronu yüksek bir müşteri temsilcisi çıkarsa, doğadaki her iki erkek canlı gibi hormonlarımızın egosuna yenik düşüp hiddetimizi arttırabilirdik. Hayvanlar aleminde de bu böyledir. Erkek hayvanlar birbiriyle geçinemez. Hayvansal içgüdülerimden çekindiğim için bir yandan bayan müşteri temsilcisi umarken bir yandan da bir kısmı bir zamanlar bir hayvan olan fakat şimdilerde lahmacun kıyması şekline bürünmüş ve “ye beni artık” sinyalleri veren lahmacunuma bakıyordum. O kıymanın da bir vakitler dişi bir hayvana ait olduğunu umuyordum. Ancak dişi hayvan kıyması bile olsa hem yiyip hem konuşamazdım. Annem önündeki lahmacunu yavaştan gömerken ben müşteri temsilcisine bağlanmış bulundum.

Evet ismini vermek istemediğim bir bayandı karşımda beni temsil eden çağrı merkezi personeli. Sevindim. Beklediğime değdiğini düşündüm ve hemen konuya girdim. Ona kibar bir şekilde ismiyle hitap ettikten sonra derdimi anlatmaya başladım. Fakat çok kısa bir sürede bayan müşteri temsilcisinin bu zamana kadar hayatıma giren diğer bayanlardan bir farkı olmadığını sezdim. Beni anlamıyordu. Beni sürekli kısa süreli olarak hatta bekletmesine rağmen sonuç üretemiyordu. Hatta her beklediğimde hafif gerilmeme rağmen bayan müşteri temsilcisi tekrar konuşmaya başladığında sesinin o rahatlatıcı tonuyla gerginliğimi önümdeki lahmacunun içine meze olarak atıyordum.

Tabi annem önündekileri gömmüştü bile. Ben yemek yerken yanımda sigara içilmesini sevmediğim için yakamadığı sigarasını düşünüyordu biliyorum. Derken telefona tekrar odaklandım. Anlamıştım bayan müşteri temsilcisi sorunumu tam olarak kavrayamadığı için çözüm üretemiyordu. Aynı anlama gelen değişik cümlelerle durumu tekrar tekrar anlatıp umudumu yitirmemeye çalışıyordum ki telefon kesildi.

Telefonun görüşmesinden sonuç alamamış olmam önemsizdi benim için. Çünkü mucizevi bir şekilde bayan müşteri temsilcisine laf anlatırken kendi sorunumu çözmüştüm. “Sorununu kendin üret ve kendin çöz” şeklinde yeni bir trend yarattığımı düşünmeye başlamıştım ki birden aklıma “acaba bayan müşteri temsilcisi umudunu yitirip panikle suratıma telefon mu kapatmıştı” diye bozuldum. Normalde bardağın boş tarafına dolu tarafından daha çok odaklanan bir pesimistimdir. Fakat insan açken ve önünde “bakire bir lahmacun” dururken yanındaki ayranın boş olan kısımına odaklanamıyormuş, onu anladım. Açlık beni biranlık da olsa optimist yapmıştı. Hat kesilmiştir, bayan müşteri temsilcisi bana böyle birşey yapmaz diyerek telefonu bırakıp lahmacuna daldım.

İçine garnitür koyup “Emel Sayın’ı içine sardıkları halı ile kaçıran Tarık Akan ve Ekürisi” gibi sardım lahmacunumu. Yedim yedim ve yedim. Doyduktan sonra bir sigara yaktım. Ve pesimist hayatıma geri döndüm.